Yöneticiler toplumun efendileri midir?

Yönetici sınıfın ya da bürokratların kendilerini toplumun efendileri ve devletin gerçek sahipleri gibi görmesini hukuk ve siyaset bilimi açısından temellendirmek mümkün değildir.

AYHAN TEKİNEŞ 06 Haziran 2021 GÖRÜŞ

Bireyleri korumak ve toplumsal güç ilişkilerini düzenlemek için güç kullanma yetkisinin belirli sayıdaki yöneticiye devredilmesi; ayrıca kaynakların adil dağılımını sağlamak en basit anlamda devlet fikrinin temelidir. Gücün kim ya da kimler tarafından kullanılacağı üzerine yapılan tartışmalar sonucunda monarşi, aristokrasi ve demokrasi gibi yönetim biçimleri ortaya çıkmıştır. Her modelin bazı eksik tarafları bulunduğundan dolayı zamanla her birinden belirli unsurlar alarak karma yönetim modelleri oluşturulmuştur. Ancak siyaset teorileri üzerine yapılan tartışmalarda temel fikir, her zaman özgürlüklerin korunması ve adaletin tesisi olmuştur.

Müslüman hukukçular yönetim modelleri üzerine tartışmak yerine adalet, ehliyet ve kısmen de özgürlükler üzerinde durmuşlardır. İslam filozofları da Platon ve Aristo’yu takip ederek en ideal yönetim modeli olarak monarşiyi kabul etmişler, yönetim modelleri hakkında fazla tartışmamışlardır. Neredeyse bütün tarih boyunca monarşilerle yönetilen İslam ülkelerinde özgürlükler, siyaset kurumundan ziyade hukuk tarafından korunmuştur. Yönetim modelleri ise özgürlükleri garanti edecek şekilde düzenlenmemiştir. Özgürlüklerin korunması yalnızca hukuka bırakıldığı için de despot idareciler kolayca özgürlükleri kısıtlayabilmiştir.

İslam hukukunun tedvin döneminden itibaren siyasi otoriteden özerk bir yapısı olduğundan dolayı yöneticiler hukuka müdahale yerine daha ziyade örfi hukuk uygulamaları ile siyasi hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Siyasi irade, hukuk düzenine karışmadığı sürece siyasi gücün nasıl düzenlenmesi gerektiği düşüncesi de İslam hukukçularının doğrudan ilgisini çekmemiştir.

Abbasiler döneminden itibaren beldelerde siyasi erki temsil eden valiler yanında kadıların bulunması, yönetici elitlerin hukuk vasıtasıyla kontrolünü amaçlamıştır. Ancak gücü elinde bulunduran yöneticiler, istediklerinde hukuku çiğneyerek ya da kadılarla iş birliği yaparak kolayca muhaliflerine baskı uygulayabilmişler ve istediklerinde hürriyetleri sınırlandırmışlardır.

Halbuki istibdat insan tabiatına ve dini değerlere zıttır. Hz. Peygamber “kendisine Seyyidimiz yani Efendimiz denilmesine bile izin vermemiş’ “Seyyid Allah’tır buyurmuştur” (Ebu Davud, edeb 9) Yönetici olması cihetiyle kendisine abartılı saygı gösterenleri uyarmıştır. İranlıların meliklerine yaptığı gibi önünde secde edilmesine ya da bir yere geldiğinde ayağa kalkılmasına asla izin vermemiştir. Bir iş yapıldığında insanlara yardım etmiş, sofra hazırlamış, arkadaşlarına su ikram etmiştir. “Efendiniz kim?” diye sorulduğunda “Bir topluluğun efendisi, yolculukta onlara hizmet edendir” buyurmuştur. (Şu’abu’l-iman 8050) Hatta bu sebeple tarihte bazı yöneticiler, “efendilik” yerine “hizmetkarlık” kavramını tercih etmiştir. Bediüzzaman Said Nursi, hadisteki manayı dikkate alarak, “Hükümet, hâdim ve hizmetkârdır” der. Nursi, yöneticilerin halkın hizmetkarı olduğunu, bundan dolayı da yöneticilerin Osmanlı’daki azınlık gayr-ı müslim halklardan olmasının hiçbir mahzuru olmadığını söyler. (Münazarat)

Tarih boyunca yaşanan istibdat örnekleri insanları sürekli daha özgür ve adil yönetim modelleri aramaya sevk etmiştir. Şehir devletlerinde uygulanan doğrudan demokrasilerde zengin ve seçkinlerin eşitlik prensibinden dolayı hak kaybına uğramasının önüne geçmek için aristokrasi modeli ortaya çıkmıştır. Aristokratların yalnızca sınıfsal çıkarlarını düşünmesi ve sürekli iç çatışmalarla toplumsal düzeni korumakta zorlanması monarşi fikrinin güçlenmesine sebep olmuştur. Marcus Tullius Cicero (m.ö. 46) gibi Romalı siyasetçiler monarşi, aristokrasi ve demokrasinin karışımı bir yönetim modelinin daha ideal olduğunu öne sürmüşlerdir. Buna karşı aynı dönemlerde İran’da mutlak monarşi hüküm sürmekteydi.

Bugün uygulanan temsili demokrasilerin tarihsel süreç içerisinde gelişmesiyle bireysel özgürlükler belirli bir aşamaya gelmiştir. Modern batılı demokrasilerin insanlara cazip gelmesinin temel sebebi özgürlükleri etkili bir şekilde koruma altına alabilmesidir. Öte yandan, modern demokrasilere yöneltilen en önemli eleştirilerden birisi ise yönetici elit sınıfın halkı değil, ekonomik ya da sınıfsal güç odaklarını temsil etmesidir. Elitler toplumu dolaylı olarak kurumlar, medya, vakıf ve dernekler yoluyla kontrol etmekte, kamuoyu ve politikaları kendileri ya da yakın oldukları dolaylı yoldan menfaat temin ettikleri zenginler, büyük firmalar gibi güç odakları lehine manipüle etmektedir. Dahası, elitler özgürlükleri halka hissettirmeden sınırlandırabilmektedir. Psikolog Rainer Mausfeld’e göre halka demokrasilerin cazip gelmesi insan tabiatında zorlama ve baskı kavramları vardır, insan kendisini serbest ve özgür hissetmek istediğinden dolayı demokratik yönetimleri tercih eder. Ancak bu özgürlük hissi ne kadar gerçektir? Mausfeld’e göre bu bir illüzyondur. Yönetici elitlerin stratejisi ‘yumuşak güç (soft-power) teknikleriyle demokrasi yönetimi’ dir. Halka hissettirmeden özgürlükleri sınırlar ve halkı manipüle ederler. (Warum schweigen die Lämmer) Görüldüğü üzere özgürlükler konusunda en gelişmiş yönetim modeli olan demokrasiler bile özgürlükler üzerinden kritik edilerek, bireysel özgürlük alanları daha da genişletilmeye çalışılmaktadır. Bu da ideal yönetim modeli arayışının sürdüğünü göstermektedir. Bugün otoriter-populist yönetimler demokratik rejimlerin geçmişte yaptığı hatalardan ve zafiyetlerden faydalanarak meşruluk kazanmaya çalışmaktadır. Buna karşılık demokrasilerin de demokratik sistemlerde ortaya çıkan hatalardan ders alarak kendini geliştirmesi gerekir.

Yönetici sınıfın ya da bürokratların kendilerini toplumun efendileri ve devletin gerçek sahipleri gibi görmesini hukuk ve siyaset bilimi açısından temellendirmek mümkün değildir. Lakin özellikle İslam ülkelerinde yöneticilerin kendilerini adeta yarı Tanrı gibi görmeleri kültürel coğrafyanın etkisi ile açıklanabilir. Unutulmamalıdır ki İslam devletleri en baştan itibaren siyasi kurumlarını çevre kültürlerden kopyalamışlardır.

Bugün kendisini yarı tanrı gibi gören yöneticilerin toplum tarafından benimsenmesi belli ki tarihsel mirasın bir izidir. Kur’an-ı Kerim Babil kralı Nemrud’un kendisine ‘Allah’ın hayatı veren ve alan’ olduğunu hatırlatan Hz. İbrahim’e “Ben de yaşatır ve öldürürüm” (Bakara 258 ) diye karşılık verdiğini nakleder. Aslında Nemrud ve Firavun gibi tiranların tavırları, doğu halkları arasında var olan despot idareci tipinin kökenlerini göz önüne sermektedir. Bu kültürel kod fırsatını bulduğu anda yeniden aktif hale gelmekte ve insanları fakirleştirip, aralarına ihtilaf tohumları ekerek adım adım kendi despot rejimini inşa etmektedir.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com