Tarihi her zaman savaşlar yazmaz

KRONOS 02 Şubat 2017 KÜLTÜR

İLHAN GÖKALP

Kültürlerin ayrıştığı değil, birleştiği yeri inceleyip ortaya çıkarmayı seviyor ve Osmanlı sultanlarının klasik Batı müziği tarzındaki bestelerini kendi orkestrasyonuyla yeniden gündeme getiriyor Dr. Emre Aracı. Besteci, orkestra şefi ve müzikolog Aracı, yaptığı çalışmalarla bir dönemin izini sürmeye devam ediyor. Kronos’un sorularını yanıtlayan Emre Aracı ile müziği, hayatı ve çalışmalarını konuştuk.

 

Emre Aracı’nın müzik serüveni nasıl başladı?

Çocukluğumdan beri Klasik Batı müziğine büyük ilgi duyuyordum. Bunun benim tabiatımın bir parçası olduğunu, yaşım ilerledikçe daha kuvvetle gördüm. Çocukluğumda dinlediğim Beethoven’ın 5. Senfonisi’nden çok etkilenmiştim; ondan sonra anladım ki ben bu tür repertuvara karşı müthiş bir hassasiyet duyuyorum. Bugün dahi başka tür müzik dinlemiyorum. Türkiye’de konservatuara gitmedim, fakat 10 yaşlarında Türkiye Filârmoni Derneği’ne üye oldum ve İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenli olarak konserlere gitmeye başladım. Herhalde derneğin en küçük üyesiydim. Orkestra şefliği hayalim çocukken başlamış olacak ki, aklımda bir gün gerçekleşirse diye dernek abonman kartımı saklamıştım. Seneler sonra aynı salonda İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nı idare ettim. Benim için çok heyecan verici bir konserdi. O abonman kartı da konser esnasından cebimdeydi. Hayatta bu tür küçük sembolik mesajlar benim hem araştırmalarımda hem de sanatımda hissettiğim ve bana yön veren unsurlar olmuştur. Hiçbirimiz hayatta neler olacağını gerçek anlamda bilmiyoruz. Bu tür küçük sembollerden anlamlar çıkartarak göremediğimiz istikbal hedef noktaları koymak, hayat boyu yapmaya gayret ettiğim bir şey. Hayata dair bu tip küçük nüansları görmek gerekiyor.

Klasik müziğe olan merakınız aileden mi geliyor?

Ailem müziği severdi ama benim gibi seçici anlamda klasik müziğe düşkünlükleri yoktu. Ağabeyim piyano çalardı. Klasik Batı müziğine kulak aşinalığım şüphesiz ki ailemden geliyor; bizi baleye, konserlere götürürlerdi mesela. Daha çocukken bu sanatlarla tanışmıştım. Birçok aile, çocuklarını kendi istedikleri mesleğe yönlendirdi. Merhum babam büyük bir ileri görüşlülük gösterdi ve üniversite döneminde aniden klasik Batı müziğine mesleki kariyer düşüncesiyle yöneldiğimde hoşgörü ve desteğini hiç esirgemedi.

Sizi Osmanlı’nın Avrupa müziğine sevkeden ne oldu?

Ben tarihi, her şeyin klasik olanını seviyorum, sadece müzikte de değil, edebiyatta, mimaride… Dolayısıyla tarih bilincim kendi ülkemin değerleriyle birleşince, Osmanlı dönemi çok ilgimi çekti. Batı müziği ile de ilgilendiğim için bu müzik tarzının ülkemize nasıl geldiği meselesinin üzerine gittim. Cumhuriyet döneminde bu müziğin kurumsallaşmasında büyük adımlar atılmış. Bir miras söz konusu ve onlar da o mirası alıp, üzerine kurararak ilerletmişler. Daha önceki araştırma konum Adnan Saygun’un hayatı ve eserleriydi örneğin. Edinburg Üniversitesi’ndeki doktora tezimin konusu.

Ülkemizi Avrupa müziği ile kesiştiği noktaların ortak yönlerini ortaya çıkarmak istiyorum. Osmanlı’daki Avrupa müziği ile ilgilenmeye öğrencilik yıllarımda yine Edinburg şehrinde başladım. Edinburg Üniversitesi’nde öğrenciyken büyükelçi Özdem Sanberk, Edinburg’a resmi bir ziyarete geldiğinde benim de üniversitede hâlâ devam eden bir orkestram vardı. Ve bu konserde Osmanlı padişahlarının Batı türü eserlerini ilk defa ben orkestrasyonlu olarak seslendirmiştim. O kadar hoşlarına gitti ki beni Londra’ya davet ettiler; 10 seneden fazla bir zaman önce büyükelçilik rezidansında iki konser verdik ve bu konunun önü bu şekilde açılmış oldu.

Osmanlı’da Klasik Batı Müziği merakı ne zaman başlar?

Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı müziği ilgisi esasında diplomasiyle alakalı, yani diplomatların yazdığı raporlardan sarayın Batı hakkında edindiği malumat. Bunlardan en meşhuru III. Ahmet zamanında Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin İstanbul’a yazdığı raporda Paris Operası’nı anlatışıdır. Ama gerçek anlamda en büyük değişiklik II. Mahmud devrinde oluyor. Bildiğiniz gibi II. Mahmud reformcu bir padişah ve Osmanlı pek çok alanda yenilikleri Batı’dan aldığı modellerle gerçekleştiriyor. Mehteran bölükleri kaldırılınca yerine Avrupai bandolar kurulması gündeme geliyor, tabi çok ilginç çünkü Avrupa’ya askeri anlamda müziği tanıtan biziz. Türkler Orta Asya’dan getiriyorlar bu geleneği ve Avrupa’ya götürüyor. 19. yüzyılda onlara ihraç ettiğimiz kültürü Avrupalılaşmış şekilde geri ithal ediyoruz. Bunu da yapan, o devrin en önemli opera bestecilerinden Gaetano Donizetti’nin ağabeyi Giuseppe Donizetti (Donizetti Paşa). Tarihi yazan her zaman savaşlar, mezalimler değil, birliktelikler de çok önemli. Müziğin insanları bir araya getiren özelliği; bölücü değil, birleştirici özelliği. Kısaca Osmanlı’nın Batı müziği ile olan serüveni 19. yüzyılda II.Mahmud’la başlıyor.

Her insan için müziğin bir tanımı vardır, sizin için nedir bu tanım?

Esasında bir şeyi kesin olarak tanımlamak o kadar güç ki benim için. Yapımdan kaynaklanan bir özellik müzik türüne duyduğum bu aşırı hassasiyet. Sanatın en güzel tarafı şu: benim bir ailem, çocuğum yok; geriye bir aile bırakmayacağım. Ama bu eserler benim inandığım değerleri bir tohum gibi bırakacak. Çünkü bana öyle oluyor; yazarlar keşfediyorum, kaybolmuş devirlerden – o kadar tazeliğini koruyor ki onların verdiği o mesajlar. Siz onların o güzel değerlerini alıp kendi hayatınızdan üzerine bir şeyler koyarak yolunuza devam ediyorsunuz. Naçizane bu çalışmalarda benzer ruhta insanlara, başka zamanlara ulaşıp yaşanan o değerleri kaybolmaktan kurtararak hayatıma bir anlam katmaya çalışıyorum. Bununla anlam bulmaya çalışıyorum hayatta.

Türkiye-İngiltere arasındaki müzik bağınızdan biraz bahsedebilir misiniz, bu sizin hayatınızı nasıl şekillendiriyor?

Ben hem felsefi hem estetik anlamda daha çok 19. yüzyılda yaşıyorum. Türkiye Avrupa’nın bir parçası ama müziklerimiz şüphesiz ki farklı geleneksel anlamda. Kültürlerin ayrıştığı değil kesiştiği yeri inceleyip ortaya çıkarmaktan büyük keyif alıyorum. Bilmediğimiz değerlere insanın nerede olursa olsun ulaşabileceğini düşünüyorum. Ve bu topraklarda dahi ülkemden kopmadığımı hissediyorum.

G8 ülkelerinin eski Liderlerine konser verdiğinizi biliyoruz yıllar önce, bunun hikâyesi nedir?

NATO Zirvesi’nde 2004’de Dolmabahçe Sarayında eski cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer döneminde bir resmi davette verdiğim konser, daha doğrusu protokol müziğiydi. Orkestra gözleri önünde çalmadı ama bugüne kadar gerçekleştirdiğim en tarihi etkinliklerden bir tanesiydi. NATO Zirvesi için sarayın Muayede Salonu’nda bir akşam yemeği verildi. O davette bulunan Chirac, Berlusconi, Schröder, Bush gibi dünyanın bütün liderlerine 19. yüzyılda Osmanlı sarayında görev yapan İtalyan paşaların ve aynı zamanda Sultan Abdülaziz ve V. Murad gibi hanedana mensup padişahların vals, marş ve polka gibi Avrupai türdeki eserlerini icra ettim. Bu repertuar hepsinin çok ilgisini çekti. Selam vermek için aşağı indim, Jacques Chirac yerinden kalktı ve benimle konuşmaya başladı. Onu bunu yapmaya iten, duyduğu müzikti. “Padişahlarınız böyle besteler yapmış, ne kadar enteresan valsler bestelemişler, bunları hiç bilmiyorduk, öğrenmiş olduk” dedi. O sırada yanıma George W. Bush geldi ve aynı şekilde kendisi de iltifatta bulundu.

Müziğin öyle bir dili var ki tarihle birleştiği zaman, diplomasiyle de karışınca siz kendilerine hakikaten çok farklı boyutta hitap edebiliyorsunuz. Sonra Chirac bana Élysée Sarayı’ndan bir teşekkür mektubu yazdı. Son paragrafını kendi elyazısı ile yazmıştı. Bu şahsıma olduğu için değil, kültürel bir etkinliğin köprü kurulmasında sağlayabildiği değer anlamında bunu söylüyorum. Bunun 19. yüzyılda bir benzeri Sultan Abdülaziz’in Londra ziyareti sırasında olur; 1867 yılında Osmanlı tarihinde ilk ve son defa bir Osmanlı padişahı savaşta, orduları önünde değil de, resmi bir ziyaret çerçevesinde Avrupa’ya gelişinde. Sultan onuruna Kraliçe Viktorya’nın emriyle 1600 kişilik İngiliz korosu orkestra eşliğinde Türkçe dev bir konser verir. Bunun altını çizmek istiyorum, inanabiliyor musunuz, İngilizler Luigi Arditi’nin eserini fonetik olarak, Türkçe dilinde okumuşlar. “Sultan Abdülaziz Han Londra sana hoşgeldin der” manasında. O devirden, o kaybolan sesleri ben yine müziğin diplomasisinden yola çıkarak bugüne kazandırdım, Prag’da Rudolfinum’da kaydettim; “İstanbul’dan Londra’ya” adını taşıyan albümümde. Ama görevimin daha fazla olduğunu düşünüyorum. Bu konserin bugün Londra’da tekrarlanması gerektiğini düşünüyorum. Yine bizim ülkemizden ve İngiliz Kraliyet ailesinden kişilerin gelip aynı değerlerin aynı heyecan ve dostlukla, hiçbir gösteriş olmadan paylaşması ve bu değerlerin ortaya çıkarılması gerektiğine inanıyorum.

Müziği birleştirici bir unsur olarak gördüğünüzü söylüyorsunuz. Başkan Bush’un bulunduğu ortamda  müziğinizin dinlenmesi tam da sizin rüyalarınızın gerçekleştiğini, çalışmalarınızın neticelendiğini gösteriyor.

Kişiden ziyade ülkeleri temsil eden insanların bir arada olması önemli, kişiler gelip geçici ama makamlar kalıcı. Ne yazık ki insanlık ezelden beri farklılıklarla uğraşıyor, farklılıklarımızı hissetmemiz çok kolay, ama benzerliklerimizi farketmemiz ve bunlardan yapıcı değerlerle insanlara mesajlar verebilmemiz o kadar kolay değil. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, sanat şok ederek insanlara bir şeyler anlatmaya çalışıyor bu yüzyılda. Çirkinliğin estetik güzellikle yarıştığı bir devirdeyiz. Fakat öyle müzik eserleri var ki, duyduğunuz zaman belki kulağınıza monoton gelebilir ama onun içinde kopan fırtınalar inanılmazdır. İnsanlar dinginlikte heyecan bulmayı kaybetti. Ben bunu hissediyorum. Dinginlikte kopan fırtınaları duyamaz hale geldik. Çünkü sanatsal anlamda müthiş bir şiddetin içindeyiz.

Naum Tiyatrosu ya da diğer çalışmalarınızda olduğu gibi hep unutulmuş detayların üzerine gidiyor gibisiniz?

Evet doğru, detay çok önemli, zaten bence araştırmaların kuvveti küçük detaylarda yatıyor. Ve ben o detayları her zaman aradım hayatımda. Yaptıklarımıza olan inancımıza göre anlamlı kılmasını umduğumuz husus böyle bir talep olması ve bu detayları anlayacak insanların bulunması. Çünkü popüler kitlede tüketim amaç olduğu için o detayı araştırıp yerine koyacak vakit yok. “Naum Tiyatrosu” kitabımda Sultan Abdülmecid’in İstanbul’a nasıl muhteşem bir İtalyan operası kazandırdığının hikâyesini, tiyatronun biyografisi ile birlikte kaleme aldım.

Bir başka kitabınız, “Kayıp Seslerin İzinde”…

Evet, son çocuğum diyelim. Kitabın içinde pek çok husus var. Osmanlı’nın çoksesli müziği var, Avrupalı bestecilerin evleri var, saraylar var, şatolar var, Londra sokakları var, İstanbul var, Viyana var, Paris, Venedik, Malta gibi çok yer var. Değişik birçok konuyu bir araya getiriyor. Ve benim bugüne kadar yaptığım konser seyahatleri ve aldığım konser notları, yani sadece Osmanlı’nın Batı müziği değil, faal olduğum birçok alanla ilgili de konular var içinde.

Müzikle tarihin buluştuğu kitap diyebilir miyiz?

Evet sanat, müzik, tarih, özgeçmiş, estetik, biraz hüzün; kaybolan değerlere belki… Tam anlamıyla anı değil, fakat makalelerde anı niteliği çok var. Çocukluğum veya bugünün kişisel hadiseleri, 90’lı yılların sonundan bugüne kadar, içinde Türkiye’nin değerlerini başka kültürlerde arayan insanlara hitap edecek hikâyeler olan bir kitap. Önsözünde de belirttiğim gibi, bu içimizdeki seslerin izinden giderek hayallerimizde kendimizi kaybettiğimiz ve sonunda her şeyin izafi olduğu dünyamızda bunun özümüzün gerçeği olduğunun farkına vardığımız bir yolculuk.

***

1987 yılından bu yana İngiltere’de yaşayan Emre Aracı, Edinburgh Üniversitesi Müzik Fakültesi’nden lisans ve doktora dereceleri aldı. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Batı müziği geleneği üzerine yoğunlaştığı çalışmalarını Cambridge Üniversitesi Skilliter Osmanlı Araştırmaları Merkezi’nde sürdürdü. Osmanlı devri ve çağdaş Türkiye’nin müzik kimliğini ele aldığı makaleleri birçok yerli ve yabancı kaynakta yayımlandı. Osmanlı Sarayı’ndan Avrupa Müziği (2000), Savaş ve Barış: Kırım 1853- 56 (2002), Boğaziçi Mehtapları’nda Sultan Portreleri (2004) ve İstanbul’dan Londra’ya (2005) CD albümlerini kaydetti. Ahmed Adnan Saygun – Doğu Batı Arası Müzik Köprüsü (2001), Donizetti Paşa – Osmanlı Sarayının İtalyan Maestrosu (2006), Naum Tiyatrosu -19. Yüzyıl İstanbulu’nun İtalyan Operası (2010) ve Kayıp Seslerin İzinde (2011) adlı kitaplara imza attı.

 

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com