Sürgün kütüphane

Alberto Manguel, birkaç yıl önce bir ülkeden başka bir ülkeye taşınırken kütüphanesinden ayrılmak zorunda kalmış, bu deneyimini "Packing My Library" adlı kitabında anlatmıştı. Geride bırakılan kütüphaneye ağıt diye nitelenebilecek kitap, geçtiğimiz günlerde "Kütüphanemi Toplarken" adıyla Türkçeye çevrildi.

CAN BAHADIR YÜCE 25 Ekim 2020 YAZARLAR

Bazen insanlar gibi kitaplar da şu dünyada yerini bulamaz. Evden eve, raftan rafa, kutudan kutuya gezinir dururlar.

Asıl kütüphanemi geride bırakalı on yıl oluyor. Karşılıklı iki uzun duvar boyunca uzanan rafların orada, sılada beklediğini bilmek bana teselli verirdi. Her ‘asal’ kütüphane gibi biriktirmek ve saklamak üzerine kurulmuş o ilk kütüphanemdeki kitapların sayısı belki birkaç bini bulmuyordu ama hemen her cildin hikâyesini, nereden geldiğini biliyordum. Zamanla onlardan kopmayı, yeni bir kitaplıkla yeni bir hayata başladığıma ikna olmayı öğrendim.

Şimdi taşınma öncesi bir kez daha göçebe kitaplığımı nasıl toplayacağımı düşünürken Alberto Manguel’in kütüphanesine yazdığı ağıt* imdadıma yetişti.

İyi tarafından bakılırsa, her on yılda baştan kütüphane kurmak kişiyi zinde tutar. Çünkü sahih bir kütüphanede aslolan biriktirmek değil yenilemektir. (Borges örneğin, evinde sadece birkaç yüz kitap tutar, gerisini dağıtırmış.) Böylece insan, tıpkı Don Kişot, kütüphanesini zihninde sürekli yeniden inşa etmeyi öğrenir. Bazı has kitapkurtlarının gezginler, gönüllü ya da zorunlu sürgünler (Benjamin, Zweig, Manguel) olması rastlantı değil.

Bir kütüphane yitirmenin ne demek olduğunu uzaktaki kitaplığım kısmen dağıldıktan ya da kutulara gömüldükten sonra (kitapları kutulamayı mezara koymaya benzetiyor Manguel) anlamıştım. Kitapların mezarı olmaz ama depolarda terk edilmiş kutular, kitapların tabutudur.

Kütüphane insanı türlü yollarla terbiye eder: Yakınmamayı, söylenmemeyi, yitip giden ciltlerin ardından ağıt yakmamayı öğrenirsiniz. Belki sadece kitapların aşıladığı bir erdemdir bu. Çünkü kuşatıcıdır kütüphane: Ona dair düşüncelerimizi, anımsadıklarımızı yine onun raflarından öğrendiğimiz cümlelerle anlatırız.

Bana kalırsa, kitaplığına gerçekten saygı duyan kişi kitaplarını anlatmalı, onları nasıl kaybettiğini değil. Yıllarca bir rafta dokunulmayı beklemiş, sahibinin yolunu gözlemiş kitaplara gönül borcunun gereğidir bu. Sahibi yerine bekçisi demeliydim: Kitapların sahibi değil bekçisi olduğumuzu düşününce her şeyi kabullenmek kolaylaşıyor. (Kütüphaneye sahip olduğumuz kadar ait de olduğumuza inanan Petrarca haklıydı.)

Kütüphanesinden yola çıkarak bir insanın yaşamöyküsünün yazılabileceğine değinmiştim. Hatta tek kitaptan, DNA gibi, bütün bir kütüphanenin, dolayısıyla bir yaşamın izi sürülebilir. Belki bu yüzden göçebeler, gezginler, sürgünler klasik yaşamöyküleri yazmazlar. Yaşamöyküleri hep parçalı-yazıdır.

Bir tür göçebe hayatı yaşıyorsanız, sıkça başınıza gelen taşınmalarda kitap kutularını açmak bir şölen, kitapları kutulamaksa bir ‘matem’dir—buna ‘gönüllü unutuş’ diyor Manguel. Gönüllü unutuş, bir bakıma nefis terbiyesi. Şairimin sözünü epeydir sıkça anıyorum: Ölüm biraz da kitapların dağılışıdır.

Manguel, Arjantin’de diktatörlük yüzünden kitaplarını geride bırakıp ülkeyi terk eden sürgün dostlarından söz ediyor. Şu birkaç yılda benzer hikâyeler duydum. Sığınılacak bir kütüphaneyi yitirmek belki sürgünün en acı tarafı—yine de kütüphanenin elimizden kayıp gitmesi, kim olduğumuzu hatırlatır. Aslolan, bellekteki kütüphanedir.

Bir kütüphaneyi bırakmak, yaşamımızın bir bölümünü geride bırakmak anlamına geliyor. Başka bir kente, başka bir ülkeye giderken bir yaşantıya da veda ederiz.

Geride bırakmayı öğrenmeli insan… Bir kütüphaneye sahip olmanın verdiği can alıcı ders budur.

(2018)

 

* Alberto Manguel, Packing My Library, Yale University Press, 2018 / Kütüphanemi Toplarken, Çev. Yeşim Seber, YKY, Ekim 2020.