Spor muhabirliği yapan bir başbakan: Ecevit

Türkiye siyasetinde kendine özgü, saygın bir yeri olan Bülent Ecevit, sokak tozu yutmuş bir muhabirdi. 1950 ile 1960 yılları arasında aktif olarak gazetecilik yaptı.

MEHMET DEMİRCİ 21 Şubat 2021 FOTOĞRAF

Gazetelerin ve gazeteciliğin neredeyse bittiği Türkiye’de sosyal medya bir can simiti olarak bir nebze nefes almamıza yarıyor. Etrafımızda ne olup bitiyor derken, o mecrada birkaç gün önce karşıma çıkan bir Bülent Ecevit fotoğrafının izini sürdüm.

Türk siyaset tarihine adını dürüstlüğü ile yazdıran “Karaoğlan” lakaplı Bülent Ecevit istisnasız birçok gazetecinin meslektaş kontenjanından sevgisi kazanan bir isimdi. Yeni neslin aklında bugün sadece “eski başbakan” diye yer etmiş olsa da Ecevit, sokak tozu yutmuş bir muhabirdi. 1950 ile 1960 yılları arasında aktif olarak gazetecilik yapan Bülent Ecevit’in yazdıklarına SALT ve Rahşan Ecevit-Bülent Ecevit Bilim Kültür ve Sanat Vakfı tarafından hazırlanan ecevityazilari.org adresinden ulaşılabilir.

Gelelim ilgi çekici o fotoğrafa. Futbol sahası kenarında elinde makinesi, fotoğraf çekmeye çalışan Ecevit 1954’te Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın organize ettiği bir programla Amerika’da mesleğini icra etme fırsatı yakalar. 1897 yılında kurulan Winston-Salem Journal isimli gazetede 3 ay boyunca çalışan Bülent Ecevit burada sayısız habere imza atar. Futbol maçından şehrin toplu taşıma sorununa kadar birçok konuda kalem oynatır. Amerika’da ırkçılığın zirve yaptığı dönemde Kuzey Carolina gibi bir eyalette Afrikalı-Amerikalılara karşı yapılan haksızlıklara karşı fikirlerini yazmaktan geri kalmaz. Ecevit’in karşımıza çıkan fotoğrafı gazetenin foto muhabiri Frank Jones tarafından çekilmiş. Her ne kadar bir futbol maçını takip etmek istemese de maç öncesi tanıştığı foto muhabiri Frank Jones’u efsane foto muhabiri Hüseyin Ezer’e benzettiği için maça gitmeye ikna olduğunu haberinde anlatıyor. Fotoğrafa dikkatli bakıldığında tribünlerin tıklım tıklım olduğu görülüyor. Ecevit’in tek mercekli, 35mm aynasız bir fotoğraf makinası kullandığını anlaşılıyor. Fotoğrafa dair bir diğer detay bu maçın bizim bildiğimiz bir futbol maçı olmadığı. Diğer bir detay da Ecevit’in şıklığı olarak eklenebilir. Bu vesileyle Ara Güler’in gözünden Bülent Ecevit’in hikâyesinin anlatan “Beyaz Güvercinli Adam” kitabını fotoğraf severlere hatırlatmakta yarar var.

Bu fotoğrafın arkasındaki hikâyeyi muhabir Bülent Ecevit’in kaleminden okuyalım.


Düzenlenmiş kavga: Futbol

Bülent Ecevit, Winston Salem, Kuzey Karolina

Salem’e geldiğimin ikinci günüydü, bir davette yeni tanıştığım bir Amerikalı:

– Futbol maçına gittiniz mi? diye sordu.

– Gitmedim, dedim.

– Ne zaman gideceksiniz? dedi.

– Ben futbol maçına gitmem, dedim.

Yeni tanıştığım Amerikalı, o sırada bir başkasıyla konuşan Yazı İşleri Müdürü’nü dürtüp benim ne dediğimi duymamış gibi:

– Bak daha futbol maçına gitmemiş, ne zaman gidecek? dedi.

Sesimi daha yükselterek

– Ben futbol maçına gitmem, dedim.

Yazı İşleri Müdürü:

– Cumartesi günü gidecek, biletini aldık, dedi.

Salonda futbol sözü duyulunca kadınlı erkekli bütün misafirler futboldan bahsetmeye başladılar. Geçen hafta sonu Amerika’nın bütün eyaletlerinde ne kadar futbol maçı yapılmışsa hemen hepsinin neticesini biliyorlardı. Hangi takımda kim ne hatalar yapmış, kim iyi oynamış, münakaşaya koyuldular. Kadınlar da erkekler kadar bilgiliydi.

Cuma günü matbaada Yazı İşleri Müdürü odama geldi.

– Maç iki saat ötedeki bir üniversitede, onun için yarın 11’de yola çıkmalısınız. Frank Jones seni matbaadan alacak, dedi.

Frank Jones gazetenin fotoğrafçısıymış. Bu bilgiyi de verdikten sonra Yazı İşleri Müdürü ilave etti:

– Frank Jones çok şakacıdır, yolda ileri geri laflar ederse sakın alınma!

Ertesi sabah 11’de, matbaadaki odamda gazete okurken, bizim Foto Hüseyin Ezer’in sesi, İngilizce:

– Haydi bakalım, seni bekliyecek değiliz, gidiyoruz, dedi.

Başımı kaldırdım, karşımda, eni boyu, tıknazlığı, omuzunda asılı kocaman fotoğraf çantası ve yalancıktan ciddi yüzüyle sanki Hüseyin Ezer duruyordu.

Bu benzerlik bana birdenbire memleketi hatırlattığı için, zorla maça yollanmaktan duyduğum kızgınlık geçiverdi. Ceketimi giyip Frank Jones’in peşi sıra matbaadan çıktım. Spor muhabirlerimizden biriyle beraber otomobile bindik. İki saat ötedeki üniversite stadyumuna gitmek üzere yola koyulduk.

*

İşte stadyum burası, dediklerinde, ortada stadyuma benzer bir şey görünmüyordu. Sadece uçsuz bucaksız bir otomobil denizi görünüyordu. Renk renk otomobiller göz alabildiğine geniş bir sahayı kaplamıştı. Güçlükle bir boş yer bulup otomobili park ettikten sonra stadyum kapısına varabilmek için 10 dakika yürüdük.

Maç, üniversite takımı ile ordu takımı arasında idi.

Stadyumun bir kenarında büyük bir askerî bando, bir kenarında da mavi üniformalı üniversite bandosu yer almıştı. Üniversite bandosunda kızlar da vardı.

Alana mavi pelerinli, sivri sakallı, eli mızraklı, yalınayak bir şeytan çıktı. Üniversite takımının adı «Mavi Şeytan» olduğu için bu pelerinli şeytan o takımı temsil ediyormuş. Şeytan sahanın çevresini dolanıp bir sürü şaklabanlık yaptıktan sonra, sadece katır üstünde bir süvari göründü. O da […] takımını temsil ediyormuş. Bir müddet de katırlı ile mavi şeytan aralarında şakadan kavga edip seyircileri eğlendirdiler. Derken sahaya soytarılar, palyaçolar, şortlu kızlar çıktı, marşlar çalındı, şarkılar söylendi, revüler yapıldı, danslar edildi. Revü artisti kılığına girmiş kız öğrenciler, önlerinde okul bandosuyla resmigeçit yaptılar. Ortada hâlâ ne futbolcu ne maç vardı ama herkes halinden hoşnut eğleniyordu.

Neden sonra sahayı, sanki bir uçan daireden yeryüzüne yeni inmiş bir sürü Merihli doldurdu. Yüzlerinin yarısını örten kocaman, renkli miğferleri, omuzlarını kabartıp iki misli genişleten omuzlukları, Baytekin kıyafeti gibi çığırtkan renkli sımsıkı gömlekleri ve diz kapaklarının altına kadar inen daracık ve zırhlı pantolonlarıyla, bu oyuncular bizim dünyanın insanlarına benzemeyen, dev gibi acayip mahlûklardı.

Onlar sahada beden hareketleri yapmaya, bandolar da halkı ve oyuncuları kızıştıracak parçalar çalmaya başladılar.

Tribünlerden birini rengârenk kazaklar giymiş üniversiteliler dolduruyordu. Tribünün önünde birkaç üniversiteli kız deli gibi havaya sıçrayarak ellerini kollarını sallıyor ve tribündeki arkadaşlarını coşturuyorlardı. Kızların önünde yüksek bir kürsüye çıkmış bir genç de bir orkestra şefi gibi sert kol hareketleriyle üniversitelilerin tezahüratını kontrol ediyordu. Bu orkestra şefinin işaretlerine göre üniversiteliler haykırışları kâh alçalıyor kâh yükseliyor, haykırışın temposu kâh yavaşlayıp kâh hızlanıyordu. Misafir ordu takımının tezahüratçısı olmadığından, bütün yük askerî bandonun omuzlarına yüklenmişti. Bando da, bando şefinin idaresinde, kâh gümbürdeyip, kâh sesini incelterek, kâh yavaşlayıp kâh hızlanarak üniversiteli tezahüratçılara cevap yetiştiriyor, onların gürültüsünü sindirmeye çalışıyordu.

Bütün bu gürültülerin arasında tribünlerde satıcı çocuklar:

– Buzlu koka kola… Buzlu koka kola, diye haykırıyordu.

*

Nihayet ortaya yumurta biçiminde bir top çıktı. Takımlar bir çizginin yanında karşılıklı dizildiler. Hakem düdüğü çaldı.

Düdük çalar çalmaz, o dev vücutlu oyuncuların hepsi birbirine girdi, düğümlendi ve üst üste yığılmış rengârenk gövdelerden mürekkep kocaman bir tepe olup yere yapıştı. Hakem düdüğünü çaldı. Düğüm çözülüp oyuncular ayrıldılar. İki düdük arasında bir dakika ya geçmemişti.

İki takımın da oyuncuları kendi aralarında toplanarak birer köşeye çekildiler. Birbirlerinin omuzlarından kavrayıp birer daire meydana getirdiler. Başlarını eğip dairenin ortasında birleşerek öylece durdular. Aralarında gizli bir şeyler tartışıyorlardı ama sesleri duyulmuyordu.

Birkaç dakika süren bu konferanstan sonra gene koşa koşa eski yerlerine gidip karşılıklı dizildiler. Hakem düdük çaldı. Oyuncular birbirine girip düğümlendiler, rengârenk bir tepe olup yere yapıştılar. Gene düdük çaldı. Gene ayrıldılar, iki takımın da oyuncuları ayrı ayrı müzakerede bulunmak üzere gene toplaşıp kafa kafaya verdiler.

Gene karşılıklı dizildiler. Düdük çaldı. Düğümlenip yere yapıştılar. Düdük çaldı. Ayrılıp kafa kafaya vererek durumu müzakere ettiler. Karşılıklı dizildiler.

Bu böylece devam edip gidiyordu. İş çıkmaza düşmüştü.

– Her seferinde böyle birbirlerine girerlerse oyun başlayamaz ki, dedim.

Frank Jones:

– Ne demek istiyorsun? dedi.

– Böyle giderse oyun başlayamaz, dedim.

– İşte deminden beri oynuyorlar dedi.

– Hani, daha topa bile vurmadılar, dedim.

Meğer Amerikan futbolunda topa vurulmazmış! Hüner topu elde saklayıp kaçırmakmış. Nitekim düdük çalar çalmaz topun bulunduğu tarafındaki her oyuncu top kendisindeymiş gibi ellerini karnında toplayarak koşmağa davranıyor, karşı taraf, topun asıl kimde olduğunu keşfedince bütün oyuncular birden onun üstüne çullanıyorlardı.

Takımlardan biri, böyle yata kalka topu karşı tarafın sınır çizgisine kadar götürebilirse gol oluyordu.

Maç 15 er dakikalık dört devreden ibaretti ama, konferanslar ve beklemeler sırasında geçen zaman sayılmadığı için bir saatlik maç iki, iki buçuk saati buluyordu.

Oyunu kızıştırmak için arada hızlı hızlı bandolar çalınıyor öğrenci tribününün önündeki […] gibi sıçrayarak arkadaşlarını coşturuyor, sonra orkestra şefi rolündeki üniversiteli, coşan arkadaşlarının haykırışını kollarıyla idare ederek kâh alçaltıyor, kâh yükseltiyordu.

Seyirciler ne topu ne de topun kimde olduğunu görebiliyorlardı. Zaten sahada bir dakika hareket olursa, konferanslar yüzünden üç-dört dakika da ara oluyordu. Onun için herkes kendi eğlencesinde, kâh bandoyla beraber coşup kâh öğrencilerle beraber haykırıyor, mavi şeytan, dans eden şortlu kızları, cambazlık eden palyaçoları seyrediyordu. Maçın ne seyir takip ettiği ancak bir büyük tabela ile ilan edilen sonuçlardan anlaşılabiliyordu.

*

Bu acayip futbolu görmem için Amerikalıların neden ısrar ettiklerini ancak zamanla anlayabildim.

Bundan önceki yazılarımda anlattığım gibi, Azizler gecesiyle yaramazlığı ile aşkı düzene sokan Amerikalı, futbolla da insanların kavga ve çoşma ihtiyacını düzene sokmuştu.

Bandolar ve sıçrayan kızlarla halkın içindeki coşup haykırma ihtiyacı dışarı vurdurulup sonra bir tezahürat şefinin idaresi altında bu coşup haykırmaya düzen ve âhenk veriliyordu.

Oyundan önce takımların taraftarları acayip kılıklara girerek sahada şaklabanlıklar yapıyor, böylece, birazdan başlıyacak maçın fazla ciddiye alınmamasını sağlanıyordu.

Maçın kendisi bir itişip kakışmadan, bir kavgadan ibaretti, ama oyuncular hemen hemen zırhlı olduğu için kimsenin burnu bile kanamıyordu.

Fakat Amerikalı, bir tehlikeyi düzene sokup dizginlemekle de yetinmiyor, İmkânı varsa ondan istifade de etmek istiyor. Nitekim kavgacılığı ve çoşkunluğu düzene sokup dizginlemek için istifade ettiği futboldan yapıcı maksatlarla da istifade etmenin yolunu bulmuş.

Meselâ, futbol maçlarında maçın kendi durgunluğunu ve sıkıcılığını gidermek için bando şart olunca, orta okullardan liselere, üniversitelere kadar bütün okullarda öğrenciler çalgı çalmasını öğrenmek zorunda kalıyorlar. Birçok öğrenciler derslerine olduğu kadar musikiye vakit ayırıyorlar. Bu sayede bütün Amerikan okulları birer konservatuvara dönmüş. Şu küçücük Winston – Salem’de dinlediğim lise bandoları, Türkiye’de dinlediğim belki bütün bandolardan daha güzel.

Bandolar sayesinde müziğe bir kere ilgi uyanınca, bu ilgi gitgide genişliyor, öğrenciler senfoni orkestraları ve korolar da kuruyorlar. Böylelikle her okulun bir yahut birkaç bando ve korosu, birçok okulların da birer senfoni orkestrası oluyor. Öğrenciler, mezun olduktan sonra da bulundukları kasabada bir senfoni orkestrası kurup konserler vermeğe devam ediyorlar.

Gene futbol maçlarında dans etmek, revü yapmak da gerektiği için okullarda beden eğitimine, dansa ve baleye önem veriliyor.

Velhasıl Amerikalı, çocuklarla gençleri en zayıf bir noktalarından, futbola olan düşkünlüklerinden yakalayarak, sanatkâr yapmanın, olgunlaştırmanın, heyecanlarına hâkim kılmanın yolunu bulmuş.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com