Prof. Uzgel: Batı’ya karşı kurtuluş savaşı veriyorsanız, kurtarıcınız BAE olamaz

BAE Veliaht Prensi El Nahyan'ın ziyareti sonrası Türkiye'nin bölgede atacağı muhtemel adımları hem de Rusya'yla ABD arasında sürdürdüğü politikayı Prof. Dr. İlhan Uzgel'e sorduk...

MEHMET ŞAHİN 01 Aralık 2021 SÖYLEŞİ

Prof. Dr. İlhan Uzgel

Birleşik Arap Emirlikleri veliaht prensi Muhammed Bin Zayed El Nahyan’ın ziyareti normal miydi? Bu ziyaretle birlikte acaba diğer bölge ülkeleriyle de benzer adımlar atılabilir mi? Türkiye’nin Libya ve Doğu Akdeniz’de geldiği son nokta neresidir? Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya arasında ya da karşısında Türkiye nasıl bir politika izliyor? Bu soruları soracağız, bir Barış Akademisyeni olan Prof. Dr. İlhan Uzgel’e ama önce daha sıcak, daha can yakıcı bir konu var…

Şu an Avrupa Birliği sınırında insanlar soğuk ve açlık karşısında ölüm tehlikesi yaşıyor. Hatta günbegün ölüm haberleri geliyor maalesef. Orada tam olarak ne yaşanıyor? O insanların oraya taşınması da sorunluydu. Buradan başlayarak Avrupa Birliği sınırında yaşanan bu insani krizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu bir insani trajedi. Son dönemde bu tür sıkıntısı olan yani bazen siyasi bazen şiddet, savaş, çatışma bazen de daha güvenli bir sığınak ya da ekonomik koşullar nedeniyle başka ülkelere giden insanların yoğun bir şekilde kullanıldığı, dış politika aracına dönüştürüldüğü bir dönemden geçiyoruz. Bu çok yok dünya tarihinde. Yani bu daha yeni bir olgu ve aslında Türkiye de bunu başlatanlardan ve kullananlardan biri. AKP iktidarı özellikle Suriyeli sığınmacıları biliyorsunuz Avrupa Birliği’yle pazarlık için kullandı ve hatta bu yaptığı 2016’daki pazarlık halen devam ediyor. Yani Türkiye’yle Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin en önemli dayanak noktası haline geldi. Şimdi tabii ki burada daha çok Iraklı ve Suriyeliler var. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden gidenler var. Ağırlığı bunlar oluşturuyor, biliyoruz. Şimdi Irak neresi, Süleymaniye neresi, Belarus neresi, Polonya sınırı neresi? Burada çok açık bir manipülasyon var. İnsanlar uçakla gidiyorlar. İşte 10.000 Dolar, 12.000 Dolar, 15.000 dolara kadar para harcıyorlar. Evlerini satıyorlar, bütün birikimlerini harcıyorlar, altınlarını satıyorlar. Bana sorarsanız Belarus, Rusya’yla beraber Avrupa Birliği üzerinde, Polonya üzerinden bir baskı oluşturmaya çalışmış. Yoksa şöyle düşünelim. Yani şimdi bütün ülkeler bunları kontrol eder. Hani şimdi birden bire, klasik hukuk deyimiyle, hayatın akışına uygun olmayan bir şeyle karşılaştığınızda dikkat çeker. Şimdi bölge ülkelerinden Türkiye de dahil hani uçaklar dolusu Irak vatandaşı, Suriye vatandaşı Minsk’e uçuyorsa, geliyorsa oradan sınıra doğru dikkat çeker. Bunu önlemek için hiçbir şey yapılmadığını görüyoruz Belarus hükümetinin. Ya bunu engellemenin yolu çok basit. Vize vermezsiniz olur biter.

‘BİR DEVLETİN GÖZETİMİNDE OLMASA, İNSANLARIN ORAYA GİTMESİNE HİÇBİR ŞEKİLDE İMKAN YOK.’

Şimdi bakın ben 28 yıl kamu görevi yaptım. Şu an yeşil pasaportum yok artık, vizeye başvurdum geçen ay. İnanılmaz şeyler istediler benden. Yerim belli, yurdum belli, konumum belli. Hani bir Google’da tarasanız bir sürü şey bulursunuz hakkımda. Ona rağmen onlarca belge vs. hazırladım. Şimdi Irak’tan Belarus’a gidiyor hani kalabalık, uçak dolusu insan. Şimdi aklınıza gelmedi mi bunların aslında Belarus üzerinden Avrupa’ya geçeceği, geçmek isteyeceği? Polonya’ya oradan Almanya’ya geçmek istiyor bu insanlar. Göz göre göre bilerek yapılmış, hatta bazı iddialara göre yani bu insanlara daha kolay pasaport daha kolay vize verilmiş. Turizm şirketlerine bırakmışlar bu işi. Hani siz hallediverin diye. Uçaklar dolusu oraya gelmelerine göz yumulmuş. Geldikten sonra otobüslerle sınıra götürülmüş. Bunların bir devletin gözetimi dışında olmasına hiçbir şekilde imkan yok. Sonuçta baskıcı bir devlet Belarus. Amerika Birleşik Devletleri gibi içeri girdiğinde kendini kaybedeceğin bir yer değil dijital ortama yakalanmadığın sürece. Dolayısıyla da bu insanların mazlum hallerini, sıkıntılarını politik kazanca çevirmeye çalışan bir siyaset var burada. Bu çok rahatsız edici bir şey. Belarus boyutu da çok rahatsız edici. Bunun Polonya Almanya boyutu da çok rahatsız edici. Yani Türkiye beş milyon kişi aldı kısa bir süre içinde biliyorsunuz Suriye’den, Afganistan’dan gelen çok var. Bir ara günde 900-1000 kişi giriyordu. Orada 450 milyon nüfuslu bir Avrupa Birliği’nden bahsediyoruz. Yani 3-5 bin sınırda sıkışmış kalmış, böyle paralize oldu. Büyük bir kriz. Ne krizi yani koskoca bir Avrupa Birliği’sin! Hani buna bir, orada müdahale edersin. Müdahale dediğim, insani koşulları iyileştirebilirsin. İki, alabilirsin de paylaşabilirsin. Belarus’a dersin ki bundan sonra alma. Bunların hepsi çözümü olan şeyler ama bir inatlaşma yani biz bu tür bir geçiş yolunu açmak istemiyoruz inadı bu aslına bakarsanız. Hani bu yol olmasın. Yani o zaman bununla baş edemeyiz kaygısı. Bazı ülkeler, Polonya da böyle Macaristan da böyle. Hani Orta Doğu, Orta Asya, Afrika göçmen deyince böyle bütün toplumsal kimya, ruh hali değişiveriyor bu toplumlarda. Öyle bir düzen kurulmuş ki en küçük bir gelişme insanların günlük rutinini bozuyor. Bir endişe kaygı yaratıyor.

Avrupa Birliği müktesebatında bu konuda bir yaptırım yok mu? Yani insani olarak Polonya’nın en azından yaşam koşullarını iyileştirmesi gerekmez mi? Polonya’nın bu konuda soğuk durduğunu biliyoruz, böyle bir şey beklenmiyor ama en azından orada insani yaşam koşullarını iyileştirmemesinin bir yaptırımı yok mu Avrupa Birliği’nde?

Olması lazım. Uluslararası hukuka da uygun değil. Buna “Push Back” deniyor. Yani geri itme. Bu mülteci hukukuna göre yapılmaması gereken bir şey. Hepsi yapıyor. Yani Yunanistan biliyorsunuz botları deliyor. Bunu da cazip kılmamak için yapıyorlar. Biliyorsunuz Türkiye tersini yaptı. Kamp hazırladı Suriyelilere. Suriye’de çatışmalar başladığında. Göç konusundaki hukuksuzluğa yaptırıma gelinceye kadar Polonya o kadar çok şey yaptı ki Avrupa Birliği külliyatına aykırı. Öyle çok şey, demokrasiyi öyle ayaklar altına aldı ki Polonya ve Macaristan. Onlara yönelik olarak bile etkin bir tutum alınmadı ki mülteci konusunda hepsi göz yumdu. Sonuçta bir konsensüs var. Aslında ihtiyaçları da var. Avrupa’da nüfus azalıyor. Ama işte seçerek almak istiyorlar. Nitelikli göçmeni almak istiyorlar. Bakarak almak istiyor. Dolayısıyla sınıra yığılmış bir göçmen kitlesinden çok tedirgin oluyorlar. Yoksa tabii ki geleni alması gerekiyor. Almıyor. Kimi kime şikayet edeceksiniz. Avrupa Birliği de aynı zihniyette zaten. Akdeniz’den, Libya’dan, Afrika’dan göç var deniz yoluyla. Yunanistan’a Türkiye kapattı ama Yunanistan’la ilişkileri bozuldukça, Türk kamuoyu bunu çok bilmez. Türkiye salıveriyor, gevşetiveriyor kontrolü. Yunanistan’ı cezalandırmak için bir araç olarak kullanıyor. Dolayısıyla da böyle kuzey hattından bir göç basıncı altına aldı. Yani bir araç olarak, sopa olarak kullanıyor. Biliyorlar çünkü Avrupa’nın bu konudaki hassasiyetini, bildikleri için bunu kullanıyorlar. Geri itme, Avrupa Birliği müktesebatına aykırı ama yapıyorlar ve bir yaptırımı da olmayacak.

Kısa sürede oradaki insanların sağlığa, huzura ve güvenli bir ortama kavuşmalarını dileyerek Türkiye’ye dönelim. Birleşik Arap Emirlikleri Veliaht Prensi Muhammed Bin Zayed El Nahyan üst düzey bir protokolle karşılandı ve ortaya bir takım iddialar da atıldı, Türkiye’nin ekonomik sıkıntıdan kurtulmak için kullanacağı kozlardan biri olduğu şeklinde. Gerçekten normal bir ziyaret miydi bu, protokolünden ortaya atılan iddialara kadar?

AKP döneminde her şey normalleşti. Son on yıldır ömrümüz bu da olur mu, bu kadarı da olur mu demekle geçti neredeyse gerçekten. O yüzden hani veliaht prens de gelir kabul görür mü görür, olur mu olur. Bu da olur mu diyeceğimiz ilk vaka değil, sonuncusu da olmayacak. O yüzden de evet yani AKP döneminde bu tür iniş çıkışlar, bu tür yalpalamalar, bu tür çelişkilerin hiçbir anlamı yok. İşte Yahudi lobisinden madalya alırsınız sonra “One minute” dersiniz. Sonra işte yeniden ilişki kurmaya çalışırsınız. Bunların hepsi olur. İşte Rusya’nın uçağı düşürülür. “Ben düşürdüm, ben düşürdüm” denir. Sonra özür mektubu yazarsınız. Yani saymakla bitmez bu tür şeyler, çelişkiler, çelişkili tutumlar. O da bunlardan bir tanesi. Listeye, bir eksik bir fazla eklenivermiş. Hani bu pişkinliği, AKP medyasının pişkinliği rahatlığı, her şeye bir kılıfının olması, her şeyi kendi lehine çevirebilecek bir alışkanlığı, beceriyi geliştirmiş olması, seçmeninin bunu kabul etmesi, seçmeninin bunu dert etmemesi… Kendisiyle çelişmeyi seçmen sorun etmiyor. Bunu gördüğü anda eli çok rahatlamıştı, hani başka bir parti bunu yapamaz. CHP yapamaz. CHP kendisiyle bu kadar çelişemez. Seçmen tepki gösterir. AKP’nin böyle bir rahatlığı oldu. Bu bölgede yeni gelişmelerin habercisi değil, yeni gelişmelerin bir parçası. Yani bölge artık böyle olacak.

BU DEVLETTEN DEVLETE BİR İLİŞKİ Mİ, YOKSA İKİ AİLE ARASINDA BİR İLİŞKİ Mİ? BUNU BİLMİYORUZ

Devletimizin çıkarı denilince tüm itirazlar durabiliyor. Buradan hareketle, daha önce 15 Temmuz’un finansörü olmakla suçlanan bir ülke, hatta şahıs olarak özelde El Nahyan… Gelinen noktadaysa çok sıkı dostluklar kurulabileceğinin işaretini aldık. Peki Birleşik Arap Emirlikleri’nin stratejik, ekonomik, siyasi olarak böyle bir gücü var mıdır? Yani Türkiye’nin içinde bulunduğu bu ekonomik krizden çıkmasına yardımcı olabilecek bir aktörden mi söz ediyoruz?

Çıkar konusuna değindiniz. Bakın buradaki çıkar kavramı tartışmalı bir kavram. Çünkü biz Birleşik Arap Emirlikleri ile kavgalı olmanın hangi çıkara tekabül ettiğini barışmanın da hangi çıkara tekabül ettiğini bilmiyoruz. Yani burada benim temel itirazım şu, ilişkiler iyi mi kötü mü? Mesela aynı şeyi Katar için de söyleyebiliriz. Katar’la ilişkilerin iyi olmasının bize ne faydası var? Bizimle ne ilgisi var? Bunu Kısa Dalga’ya da yazdım. İtirazım şu. Biz böyle bir ilişki kurma şekline itiraz etmeliyiz. Bunun Türkiye’yle bir ilgisi var mı, kurulan ilişkinin? Kurulan ilişkinin Türkiye’ye ne gibi bir etkisi, yansıması var? Yani bu daha çok neredeyse Erdoğan ailesi, Albayrak ailesi vs. ile Birleşik Arap Emirlikleri veliahtı ile kurulan bir ilişki görüntüsü veriyor. El Nahyan ailesiyle kurulan bir ilişki görüntüsü veriyor. Aynı şey Katar’la da öyle. İlişkiler iyi de olsa bozuk da olsa bizim bununla doğrudan bir ilgimiz olmuyor. Problem temelde bu. Yani Türkiye’nin çıkarı ile ilgili bir şeyden söz ediyor muyuz biz ? Neden biz, mesela Katar’la Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki bu kan davası diyelim, aşiretler arasındaki kavganın tarafı olduk? Bunun Türkiye’nin çıkarıyla ilgisi nedir? Bunu bize hükümet açıklamadı.

‘EKONOMİLER DIŞARIDAN KURTARILMAZ, KURTARILIRSA BEDELİ ÇOK AĞIR OLUR.’

Biz neden Katar’la iyiydik, Birleşik Arap Emirlikleri’yle kötüydük? Bunun Türkiye’nin çıkarıyla ne ilgisi var? Yani biri çıksın, hükümete yakın birisi anlatsın bize. Biz bu gerilimin, aradaki kavganın neden parçası olduk? Biz bunu bilmiyoruz ki. Mesela bir görüntü var Beştepe’de. Cumhurbaşkanı, yanında o zaman maliye bakanı, Katar Emiri ve onun maliye bakanı, o da aileden biri. Şimdi bakın bu bir aile toplantısı mı, aile görüşmesi mi? Bu bir devletten devlete ilişki mi yoksa bu iki aile arasındaki ilişki mi? Biz bunu bilmiyoruz, orada ne konuşulduğunu bilmiyoruz. Orada bürokrat yok, dış işleri temsilcisi yok, kayıt yok bir şey yok. Siz burada ne konuşuyorsunuz, ne yapıyorsunuz? Yani biz neden Katar’la iyiyiz, Birleşik Arap Emirlikleri’yle kötüydük? Neden şimdi barıştık? Niye kavga ettik, niye barıştık, bunların cevabı yok. Dolayısıyla bunun Türkiye’nin çıkarıyla bir ilgisi olmadığını söylüyorum. Erdoğan’ın iktidarıyla oradaki rejim arasındaki bir ilişki bu. Bunun Türk halkına bir faydası yok. Arası iyi olduğunda da yok kötü olduğunda da yok. Ekonomiyi batırırsan hiç kimse kurtaramaz. Dışarıdan ekonomiler kurtarılmaz. Ha kurtarırlarsa, çok ağır bedeli. Mesela bakın Yunanistan’ın ekonomisini kurtarmak için 100 milyarlarca avro para gerekti. Amerika Birleşik Devletleri, IMF ve Avrupa Birliği üçü birden geldiler, 8-9 milyonluk Yunanistan için. Türkiye ekonomisini 10 milyar dolar, bilmem kaç yıla yayılmış 10 milyar dolarla düzlüğe çıkaramazsınız zaten. Birazcık dolar iner çıkar, buna yaradı. Ortada para da yok. Birleşik Arap Emirlikleri hangi ülkeyle ilişki kursa bir 10 milyar gidiyor. Bakın bizden önce İngiltere’yle görüştü geçen ay. Onlara da “10 milyar sterlinlik yatırım yapacağım.” dedi. İsrail’le görüştü. 10 milyar dolarlık yatırım yapacağım dedi. Bunu bir havuç olarak kullanıyorlar. 700 milyar dolarlık fonu var. Kiminle görüşse para vereceğiz, 10 milyar dolar vereceğiz diyor. Bunların hiçbir anlamı yok. Kimse kimsenin cebine 10 milyar dolar koymuyor bu devirde.

BATI’YA KARŞI KURTULUŞ SAVAŞI VERİYORSANIZ KURTARICINIZ BAE OLAMAZ

İmzalananların anlaşma değil mutabakat metni olduğunun altını çizelim. Bunlar iktidarın kamuoyuna dönük iç politika algısı mı yoksa gerçekten zamana yayılmış, anlaşmaya dönüşebilecek mutabakat metinlerinden mi bahsediyoruz. Mesela siz biliyor musunuz bu konuda çalışan biri olarak?

Hayır, bunlar daha çok niyet beyanı gibi görünüyor. Baktım ben, İngiltere’yle dokuz maddelik yapmışlar, Türkiye ile 10 maddelik yapmışlar. Aşağı yukarı aynı hükümler. Şablon olarak aynı, elinde bir şablon var. O taslağı hangi ülkeyle yaparsa aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyor. İşte alt yapıya yatırım, dijitalleşme, çevre vs. bunlardan bahsediyor. Swap anlaşması bir tek, orada da varlık fonu var. Varlık fonuyla İngiliz yatırım girişimi var. Dolayısıyla da aynı şeyler görüşülüyor ki dediğim gibi kimse kimsenin cebine para koymuyor bu devirde. Ha biraz bankaya para koyarlar, ucuz bir şey denk getirirlerse satın alırlar. Bunlarla mı övüneceğiz? Bir de öylesine bir trajik durum ki, öylesine zavallı bir durum ki, yani şurada beş yıl önce seni devirmeye çalıştığını iddia ettiğin, Orta Doğu’da Türkiye’nin başına gelen her türlü melanetin başı olarak gördüğün birini şimdi kurtarıcı ilan ediyorsun. Yani Batı ekonomik savaş açtı diyorsun. Sonuçta Birleşik Arap Emirlikleri de Çin’in bir parçası değil. Onun da İngiltere’nin kontrolünde olduğu söylenir. Ondan sonra aynı batının parçası olan bir ülke, onun uzantısı olan bir ülke seni kurtarmaya gelecek. Yani bu çelişkilerin kendisini bile bize yedirmeye çalışıyorlar. Bizim görevimiz de bunları deşifre etmek, bunları parçalamak, bunların doğru olmadığını göstermek. Eğer Batı’yla mücadele veriyorsanız, Batı’ya karşı kurtuluş savaşı veriyorsanız, sizin kurtarıcınız Birleşik Arap Emirlikleri olamaz. Sizin kurtarıcınız sizin kendi ülkeniz, kendi vatandaşınız. Başka dayanacağınız bir şey yok. Hiçbir ülke, bakın, Çin de kurtarmaz, Rusya da kurtarmaz.

“Birleşik Arap Emirlikleri’nden bu ziyaret bir başlangıç değil, bütünün bir parçası.” dediniz, yani Türkiye bölgede denklemi değiştirmeye çalışıyor. Birleşik Arap Emirlikleri ile başladı, İsrail ve Mısır’la devam edecek mi? Acaba bu büyük parantezi yine İngiltere’yle mi ilişkilendirmek lazım?

Bakın, Orta Doğu’da artık Batı sistemi, gerilim ve çatışma istemiyor. Yani, “Siz, benim müttefiklerim kendi aranızda artık anlaşacaksınız” diyor. “Beni fazla yormayın bu coğrafyada, enerjimi harcamak istemiyorum.” diyor. Bunun bir parçası buradan kaynaklanıyor. Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından da kendi ihtiyaçlarını karşılayacak bir boyutu var. Birleşik Arap Emirlikleri dış politikasını çeşitlendirdi. İran’la da görüşüyor, Suriye’yle de görüşüyor, İsrail’le anlaşma imzaladı. İsrail’i diplomatik olarak tanıdı. Çin’le de görüşüyor. Rusya’yla da görüşüyor. Yani herkesle iş yapıyor. Bu çerçevede Türkiye’yle kavgalı olmasını gerektirecek bir şey yok. İki ülke arasında anlaşma, ne bu kadar çok yakın, yani ne Katar gibi çok iç içe olmak gerekiyor ne de kavgalı olmak gerekiyor. AKP’yle ilgili temel sorunumuz bu. Mesela Suriye’yi düşünün. Beraber tatile gidiyor, ortak Bakanlar Kurulu toplantısı, ondan sonra devirmeye çalışıyor. Bana sorarsanız ikisine de gerek yok. Yani bir mesafeli ilişki kurmayı öğrenemedik gitti! Libya Savaşı’na bu kadar girmeye gerek yoktu. Hani bu iki uç arasında yalpalamamıza gerek yok ki! Körfez’de ticaret yapacaksan yap, kimse bir şey demiyor. Petrol alacaksan al, mal satacaksan sat.

Özellikle iktidarın fikir yapıcısı olarak adlandırabileceğimiz bazı düşünce kuruluşlarında geçmiş dönem hükümetler pasif kalmakla suçlanırdı. Hatta bir soğuk savaş geleneği olarak ne etliye ne sütlüye karışmamakla… Bu tür politikalardan dolayı suçlanırdı. Şimdi “proaktif” olarak adlandırılan bir dış politika eğiliminden söz ediyoruz. Bu proaktiflik, biraz dozu kaçırılmış bir proaktiflik mi? Yani çok mu fazla ön alıyoruz dış politikada?

Bakın, Orta Doğu’da, Yemen’den Libya’ya kadar geniş bir coğrafyada, Yemen iç savaşı dışında Türkiye’nin bulaşmadığı bir gerilim ve çatışma yok. Hepsinin parçası olmak zorunda değil Türkiye ve bize şunu söylemiyor hükümet: “Biz şu çatışmanın parçası olduk ve şu gerekçelerle olduk. Şunları elde ettik.”. Biz bunları bilmiyoruz ki! Muhtemelen Dışişleri Bakanı’nın kendisi bile bilmiyor. Yani sarayda bir grup bunu yürütüyor. Ne idüğü belli olmayan, hani şeffaf olmayan, yani genelde dış politika tabi ki kamu önünde yapılan bir şey değildir ama en azından aktörleri biz bilirdik. Şimdi öyle bir durum da yok ortada. Yani biz neden Libya’dayız mesela? Bu belli değil. Neden Katar’a asker gönderdin? Katar’la şey arasında sorun varsa bundan bize ne! Türkiye’ye zararı olan bir şey mi ve çok zarar gördü biliyorsunuz yani. Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Bahreyn bunlar tabi ki Katar’dan daha büyükler, nüfus olarak da ekonomi olarak da. Her biri Katar’dan daha büyük. En küçükleri Katar neredeyse. Dolayısıyla da müteahhitlere iş verilmemesinden, Türk dizilerine, Türk mallarının boykotuna, yani gayrı resmi boykotuna kadar bir sürü zarar gördük biz. Yani ne gerek vardı bunlara? Ne olacak Katar’dan para gelecekmiş de SWAP yapacakmış falan filan. Hiç gerek yoktu. Yani normal bu ilişkiler, hani şu olabilirdi, ara bulucu olabilirdik. Suriye’de rejim değiştirmeye gerek yoktu. Türkiye’nin böyle bir kapasitesi de yok, gerek de yoktu. Libya’daki çatışmaya taraf, yani ara bulucu olabilirdik. O kadar çok sorun yarattı ki dış politikada! Türkiye’nin bu politikası yeni ittifaklar kurulmasına yol açtı işte. Mesela Birleşik Arap Emirlikleri, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın en yakın müttefiki oldu. Askeri ittifak kurdular neredeyse.

Libya’da ve Doğu Akdeniz’de son durum ne? Çünkü “Mavi Vatan” söylemi son derece yükseltilmişti. Geldiğimiz noktadaysa bu söylemi ortaya atanlarca da tatmin olunmadığını görüyoruz. Sizce Libya ve Doğu Akdeniz’deki son durum nedir?

“Mavi vatan” Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kısa süreli doktrinidir. Yani çok kısa ömürlü oldu. İlan edildi 2017, 2019’da en üst noktasına ulaştı. 2020 sonunda da Avrupa Birliği’nden gelen yaptırım baskısı altında Türkiye geri çekildi. İşte bütün sondaj gemilerini, sismik gemileri limana çekti. Libya’daki durum da giderek Türkiye’nin aleyhine işleyecek. Orada Türkiye eğer kalabiliyorsa, askeri varlığı devam ediyorsa bunun bir tane nedeni var: Rusya tam olarak Wagner’i çekmediği için, açık konuşalım. Yani onu çekmediği için dengeleyici olarak Türkiye’ye göz yumuyorlar askeri olarak, onu dengeliyor çünkü. Mesele bu. Hafter girmesin diye. Türkiye’nin orada hani askeri varlığına göz yumuluyor ama bunun Türkiye’ye hiçbir faydası yok ki! 24 Aralık’ta muhtemelen seçimler olacak. Olmasa da fark etmeyecek. Yani en sonunda Türkiye’ye “Artık siz ülkenize dönün.” diyecekler ve biz döneceğiz. “Peki biz bundan ne elde ettik?” diye sorduğumuzda hiçbir şey söyleyemeyecek ben size söyleyeyim. Doğu Akdeniz Türkiye’nin, yani AKP iktidarının mutlak olarak geri çekildiği, Avrupa Birliği baskısına boyun eğdiği bir coğrafya oldu Mavi Vatan. Mavi Vatan’ı ortaya atan amirali, Cem Gürdeniz’i zaten gözaltına aldılar. Diğerini de Cihat Yaycı’yı da işte pasif göreve getirip neredeyse istifaya zorladılar. Ortada Mavi Vatan diye bir şey yok zaten. Libya kaldı. O 2019 Kasım’ında yapılan deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasıyla, o da mutabakat muhtırasıdır, anlaşma değildir, onu da Yunanistan Mısır’la yapınca bir anlamı kalmadı aslına bakarsanız, fiilen çöktü. Mesela, bize “Stratejik olarak şunu elde ettik, askeri olarak bunu elde ettik, ekonomik olarak şu tür avantajlarımız var” diyebilecek bir durum yok. Sonuçta işte böyle bir hamaset, ordumuz orada, “Eğer gitmeseydik Antalya’da denize giremeyecektik.” falan gibi bir korku siyaseti. Bir taraftan çok güçlüyüz, bir taraftan çok zayıfız. Hani her zaman başvurulan söylemler. İşte görüntülerde gördüğünüz gibi sondaj gemisinin yanına fırkateyn vermek falan. Bu siyaset çöktü, bir işe yaramıyor. Bir ara NAVTEX’e tutunmaya çalıştı. Onu da sürekli kullanamazsın, bir aylık süresi vardı falan. Dolayısıyla da geri çekildi. Libya’dan da yıl sonuna kadar geri çekilme ihtimali yüksek.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİNİN EN SAKINCALI, EN ZARAR VEREN HAMLESİDİR S-400 ALIMI

Türkiye son yıllarda özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya arasında acaba bir denge politikası mı güdüyor yoksa bir tehdit, bir şantaj politikası mı güdüyor? S-400 ve F-35 artı eksiler üzerinden değerlendirir misiniz?

Rusya’yı Amerika’yla ilişkilerde dengeleyici olarak kullanmaya çalıştı. S-400’ü alınca bunu öğrendiler, yani 20 yıllık iktidar deneyiminde. Çünkü negatif olarak başlayan bir şey mesela, Suriyeli sığınmacılar da öyle, düzensiz göçmenler diyelim ya da, negatif bir şeyi, sonra bakıyor, “Avrupa Birliği’yle ilişkilerde bir koza çevirebilirim.” Şimdi S-400’ü böyle bir şeye çevirmek için uğraştı. Onun için de yani “İkincisini alırız” falan gibi biraz blöf kokan ve karşı tarafın da çok fazla ikna olmadığı, blöfü -günlük deyimle söylersek- yemediği bir süreç yaşandı. Eline ayağına dolaştırdı. Yani Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en sakıncalı, en zarar veren stratejik hamlesidir S-400 alımı. Bedeli çok ağır olmuştur. Yani “Rusya’yı Amerika’ya karşı dengeleyici olarak kullanayım.” derken hem Amerika’yla ilişkileri bozmuştur, hem de Rusya’yla ilişkilerde özel bir fayda sağlamamıştır. Ekonomik bedeli çok ağır, mali bedeli çok ağır, yarattığı stratejik sorunlar çok gereksizdi. Yani normalde Patriot alıp F-35’te devam edebilecekken bu ülke, ve F-35 Projesinin bakım ve bazı parça üretiminin parçası olmuşken, hepsinden tamamen atıldı ve işte kullanamadığı bir S-400 füze sistemi, alamadığı F-35 savaş uçağı var.

Hava savunma sistemi satılmadığı için S-400 almaya mecbur kalmadı mı Türkiye Cumhuriyeti? Resmi olarak biz bu açıklamayı duyduk.

Hayır alakası yok. Doğru da değil. Kimse şunu sormuyor: En son model –ki Amerika, şunu hatırlatarak başlayayım, Amerika genelde en son teknolojiyi vermez, satmaz bile. Bir istisna, müttefiklerine satıyor F-35 uçaklarını. Şimdi radara yakalanmayan, beçinci nesil en gelişmiş uçak sistemini Türkiye’ye satıyor ama 80’lerin, 90’ların teknolojisi olan Patriot’u Türkiye’ye satmıyor. Şimdi bu akıl kârı değil. Amerika müttefikine, bütün müttefiklerine satıyor. Yani Suudi Arabistan’a sattı, orada da var. Bir sürü yerde var Patriot Sistemi. Türkiye’ye, müttefikine parasını verdiği zaman Patriot Sistemi’ni neden satmasın? Kaldı ki basit, pasif sistemlerdir bunlar. Yani bir yere karşı kullanamazsınız. Savaş uçağı değildir. Savaş uçağını her yerde kullanırsın. Ege’de de kullanırsın, havadan yakıt ikmali yaparsan Libya’da da kullanırsın, Irak’ta da, Suriye’de de kullanırsın, Azerbaycan’da da kullanırsın. Dolayısıyla oradaki hikaye şuydu: Amerika’dan teknoloji transferi istendi. Amerika bunu vermedi. Dedi ki: “Teknoloji transferi yapmam. Bunu alacaksan paket olarak alacaksın. Ver parasını, al füzeyi.” Bundan vazgeçince gitti Rusya’dan aldı ama Rusya’dan da teknoloji transferi almadı. Yani o, onun gerekçesi değil. 2010’dan bu yana on yıl geçti. 2,5 milyar doları araştırma geliştirmeye yatırsan on yılda bir füze yapardın belki. Yani aldın füzeyi, duruyor. Nerede kullanacağın da belli değil, ne zaman kullanacağın da belli değil, nerede olduğu da. Muhtemelen Akıncı’da hangarda tutuyorlar. İşte eğitim veriyoruz falan diyorlar ama kim, ne kadar eğitim veriyor onu da bilmiyoruz. Dolayısıyla da dediğim gibi son derece hatalı, yalnız kullanılan, yani “stand alone” deniyor, yani NATO’nun Baltıklar’dan, Romanya üzerinden, Kürecik ve Akdeniz’deki radar sistemine sahip gemileriyle, bir üçgen var böyle hava savunma sistemini kontrol eden, radar sistemini, Patriot alınsaydı ona entegre olacaktı. S-400 alınca ona entegre edemediniz. Böyle işte bir sistem duruyor şimdi Ankara’da. Ne işe yaradığını inşallah görmeyiz. Yani inşallah bir saldırı olmaz, kullanma ihtimali olmaz.

Türkiye’den ve Rusya’dan yetkililer ikinci paket alım için teknik düzeyde görüşmelerin başladığını söyledi. Bir, alırsa ne olur? İki, almazsa acaba Amerika Birleşik Devletleri’nin başı çektiği Batı, “Tamam, hatanı gördün. Gel şimdi her şey normale dönsün.” der mi? Çünkü ABD’de bekleyen Halkbank davası gibi davalar var. Buradan siz bir çıkış yolu görüyor musunuz Türkiye için?

İkinci paket S-400 füzesi alacağını tahmin etmiyorum ama yanılabilirim. Bedeli ağır olabilir. Ekonomi zaten iyi durumda değil. Daha ağır yaptırımlar gelir. Şu an ki koşullarda bunu kaldırabilir mi emin değilim. Almadığı koşulda da, Amerika bu konuda çok net. Yani şöyle, Amerika’nın blöf yapmasına gerek yok. Amerika “Ben seni F35 projesinden çıkarırım.” dedi, çıkardı. “Uçaklarına el koyarım” dedi, koydu. Parayı da vermedi. Gidip milyonlarca dolar verdi hukuk şirketlerine Türkiye, uçakların parasını alabilmek için. Yani inanılmaz saçmalıklar. Bir kere hataya başladınız mı, arkasından bedel ödeyerek devam ediyorsunuz. Meraklı değilim hani Türkiye çok silah alsın, füze alsın, savaş uçağı alsın değil ama yani “Füze mi alacaksın, savaş uçağı mı?” dersen tabi ki teknik anlamda savaş uçağı. Dediğim gibi her yerde kullanılabilir, aktif sistemdir. Türkiye’de her gün bütün F-16’lar uçar. Yani diğerini bekleyeceksin, Türkiye’ye topyekun bir saldırı olması lazım. Savaş uçaklarıyla Türkiye’ye saldırı olacak ya da füzelerle topyekün bir saldırı olacak. Zaten o zaman dünya savaşı çıkmış demektir. Amerika’nın bu konudaki çizgisi, politikası çok net. Yani blöf yapmaya ihtiyaç da duymaz Amerika. Yapacağını yapar, söylediğini de yapabilir. Hani o gücü ve kapasitesi de var. Türkiye’nin işte zihin yoklama gibi bir şeyi var. “Acaba buradan Amerika’yı biraz daha ikna edebilir miyiz?” diye. Dediğim gibi Türkiye-Amerika ilişkilerinde, Türkiye tarihinde olmayan, yani ikili ilişkilerin tarihinde olmayan bir şekilde çok fazla enstrüman, araç birikmiş durumda. Yani bir gün Zarrab’ın fotoğrafını veriyor, bir gün Halkbank’ın bilmem kararı istinaf mahkemesinden, yüksek mahkemeden geri dönüyor vs. Cumhurbaşkanının mal varlığından falan, yani çok araç var elinde. İsterse Türkiye’den hızlı bir para çıkışı olsa dolar 15’i geçebilir. Bunların hepsini biliyorlar. Türkiye ekonomisi çok açık bir şekilde takip ediliyor. Kırılganlıkları, zayıflıkları gayet iyi biliniyor. Dolayısıyla da öyle Türkiye’nin artık blöf yapacak bir şeyi kalmadı bana sorarsanız. Hareket alanı diplomatik olarak da, ekonomik olarak da çok daraldı.

ABD’DE İŞ DIŞ POLİTİKAYA GELİNCE HUKUK SİYASETİN ARACINA DÖNÜŞÜVERİR

Biden zor randevu veriyor Erdoğan’a, fakat randevu veriyor ve neticede Erdoğan’ın Türkiye’de en çok ihtiyacı olan fotoğrafı vermesine de itiraz etmiyor. Fakat dediğiniz gibi bir takım dosyalar da hukuk sistemi içinde bekliyor. Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’yle ilişkilerini kendi hukuk sistemi içinde, uluslararası hukuk sistemi içinde mi yürütür? Yoksa tamamen ast-üst müttefik ilişkileri içerisinde mi yürütür?

Şunu artık herkes anlamıştır muhtemelen, artık çok fazla bilgi var, ilişkiler asimetrik. Yani birebir ilişki kuramıyorsunuz. “Ben bunu yapıyorum, sen de karşılığında bunu yapacaksın.” çok az diyebiliyorsunuz. Gücünüz yeterse ancak kabul ettirebiliyorsunuz. Hukuk sistemine gelince, evet Amerika’da hukuk sistemi Türkiye’ye göre siyasetten daha bağımsızdır ama mutlak bağımsız değildir. Onu da biliyoruz ve kendimizi kandırıyoruz. Evet, mesela Trump seçilir seçilmez yedi müslüman ülkeden gelenlere kısıtlama getirmek istedi. Galiba Hawaii’deki bir mahkeme, yani işte küçücük bir eyalettir. Bunu bozdu. Şimdi bu Türkiye’de olmazdı. Amerika’da olur. Bu tür şeyler oluyor Amerika’da. Bazı mahkemeler Trump aleyhine karar alabiliyor ama en son noktada, iş dış politikaya gelince hukuk siyasetin aracına dönüşüverir. Mesela Zarrab davası, Halkbank davasında pekala Amerikan sistemi mahkeme sürecini tabi ki sopa olarak kullanıyor Erdoğan karşısında. Bu çok açık. O yüzden de dikkat ederseniz harcamıyor da onu. Elinde tutuyor, acele de etmiyor. Yani çünkü o bir araç, enstrüman. Masanın üzerinde duruyor. Onu göstere göstere siyaset yapıyor Amerikan sistemi. Yani oradan hemen bir paldır küldür bir karar da çıkar. Zarrab’ın tutuklanmasında ben daha üniversitedeydim. Beş altı yıl oldu. O araç hala duruyor. Arada bir çıkıyor. Halkbank Genel Müdür yardımcısı hapis yattı, çıktı döndü filan ama dava devam ediyor. Çünkü o bir araç. Hem hukuki kısmı var doğru. Yani Amerikan sisteminin arkasından dolandılar. Hem de siyaseten bir araç. İkisi bir arada işliyor. Ha Biden yönetiminin Erdoğan’la ilişkisine bakarsak, mesafeli yani kamuoyuna biraz bu konuda bilgi aktarmak gerekiyor.

‘TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNDE ÇOK KONU VAR AMA İKİ ÜLKE LİDERİ ÇOK AZ GÖRÜŞÜYOR’

Şimdi Amerika Birleşik Devletleri bir tek Türkiye’yle uğraşmıyor. Dünyada başka otoriter rejimler de var ve bunlarla bir ilişki şekli geliştirmeye çalışıyor. Demokrasiyi öncelemeye çalışıyor. Fakat dünyada da en zor iştir. Yani bir başka ülkeyi demokratikleşmeye çekemiyorsunuz kolay kolay. Yapmıyor, yapmayınca ne yapacaksınız. Her ülkede her dakika darbe yapamazsın ki. Onun yerine birini darbeyle getirsen o da anti demokratik olur. O da baskıcı olur. Onu da değiştir falan, bunun sonu yok. Dolayısıyla Amerikan sistemi bir ara yol bulmaya çalışıyor. İkna etmeye çalışıyor. Yoksa, “Bu bana uymuyor hadi bunu göndereyim.”. Böyle işlemiyor sistem. Ya da işte şu an hadi her şeye rağmen bizim işimize yarıyor, başka işleri de hallediyoruz bölgede Afganistan’ı gündeme getirdi Erdoğan, tutmadı, olmadı yani. Orada Amerika’ya Afganistan üzerinde, Biden’ı Afganistan üzerinden ikna etmeye çalıştı. Birlikte çalışırız Biden’la, olmadı. Başka şeyler bulmaya çalıştı. İşte Karadeniz coğrafyasında Rusya’ya karşı Ukrayna’da bayağı aktif çalışıyor. Doğu Akdeniz’de çok uyumlu. Ben raporları okuyorum. Çok memnunlar. Oradaki geri çekilmeden falan. O yüzden de şimdilik idare ediyorlar. Ama dediğim gibi en son noktada Erdoğan yönetimi, Biden’ın çalışmak istediği bir yönetim değil. Ama elde o varken şimdilik birlikte iş yapmaya devam ediyorlar. Yalnızca o mesafeyi koruyarak sürdürüyorlar. Mesela Trump’la olduğu gibi liderden lidere bir görüşme, temas yok. Çok seyrek, Türk-Amerikan ilişkisinde bu kadar çok konu var ama iki ülke lideri çok az görüşüyor. Çok az konuşuyor. Bir kere telefon konuşması var. Neredeyse bir yıla yaklaşıyoruz, on ay oldu göreve başlayalı Biden. 11. aya doğru gidiyor. Tek bir telefon konuşması var. Orada da “Ermeni soykırımını tanıdım.” diyor. İki de zirve sırasında yapılan kısa görüşmeler var. Onun dışında bir temas yok liderden lidere. Bu da açık bir mesajdır Erdoğan yönetimine.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram