Peker, İran kozu ile kimi tehdit ediyor?

Erdoğan'ın darbenin 'finansörü' ilan ettiği BAE, 15 Temmuz sonrasında Kabil’de görevli iki Türk generalini Ankara’ya teslim etti. BAE’yi hedef göstermek Erdoğan’ın İran safında yer aldığı için yaptığı bir perdelemeydi. Peker’in uyuşturucu kaçakçılığı ifşaatının BAE'de yol açacağı memnuniyeti tahmin etmek zor değil.

ÖMER MURAT 24 Mayıs 2021 HABER ANALİZ

Türkiye gündemini sarsan yeni ifşaatlar içeren son videosunda Sedat Peker, Erdoğan iktidarıyla ilişkileri dipte bir ülke olan Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) bulunuyor olmasının nedenini açıklamaya çalıştı. Özetle “Türkiye’nin ilişkilerinin sorunsuz olduğu bir ülke vardı da oraya mı gitmedik!” dedi. Söylediğinde haklılık payı olduğu, BAE’nin Erdoğan iktidarının etki etme gücü düşük ülkelerden biri sayılabileceği ve Peker’in bunun farkında olarak bir tercihte bulunduğu aşikar. Peker dış politik gelişmeleri ne kadar yakından takip ettiğini Türkiye’nin Mısır’la başlattığı normalleşme girişiminin kendi durumuna muhtemel etkisine ilişkin spekülasyonda bulunarak da ayrıca ortaya koydu.

Peker, Erdoğan iktidarının Kahire ve Riyad’la ilişkilerinin öyle kolay düzelmeyeceğinin farkında… Daha önce yazdığım makalede anlattığım gibi Erdoğan karşılarında tam diz çökmedikçe, ağır “kuyruk acıları” olan Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah Sisi ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın Türkiye’yle ilişkilerin normalleşmesine yeşil ışık yakmalarını beklemek pek gerçekçi değil.

SON VİDEODA GÖRÜNTÜSÜ OLAN AMA SESİ OLMAYAN KOZ: İRAN

Peker son videosunda arkasında yer alan tahtanın en tepesine “İRAN” yazdığı halde konuşması boyunca hiçbir şekilde bu ülkeye değinmedi. Kanaatimce, nasıl ki Erdoğan’ın siyasi hayatı boyunca güvendiği en yakın adamlarından biri olan Binali Yıldırım’ın oğluna yönelik yaptığı ifşaatların nihai kertede asıl sarsacağı kişinin Soylu’dan ziyade AKP lideri olacağı belliyse, BAE’den yapılan yayında tahtanın en başına tehditkar şekilde yazılmış bir İRAN yazısının hedefindeki aynı kişidir.

Öncelikle şunu vurgulamalıyım ki Peker’in BAE’ye gitmesi, ortada Erdoğan’la veya kendisinin yakın olduğu söylenen “ulusalcı” yapılanmayla bir danışıklı dövüşün söz konusu olmadığını açıkça göstermektedir. Özellikle ailesine yönelik polis operasyonundan, itibarını bitirmeye dönük bir hedef güdüldüğünü, bundan ise artık tamamen tasfiye edilmesine karar verildiğini (veya kendi jargonlarıyla ifade edersek, “kaleminin kırıldığını”) anlayan Peker, kapağı BAE’ye atmayı başararak, Tarantino’nun Kill Bill filmindekine benzer bir intikam operasyonunu yürütecek konuma yükseldi.

BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİYLE KAN DAVASI NASIL BAŞLADI?

Önceki yazıda Erdoğan iktidarının Mısır ve Suudi Arabistan’la ilişkileri nasıl çıkmaza soktuğunu anlatmıştım. Şimdi ise bu iki ülkenin yakın müttefiki olan BAE ile ilişkilerin nasıl bugünkü durumuna geldiğini ele alırken bunun Erdoğan iktidarının Ortadoğu’daki cepheleşmede Sünni blok yerine İran’la yakınlaşmayı tercih etmesiyle ne denli ilişkili olduğunu anlatacağım.

“Arap Baharı” olarak adlandırılan ayaklanmaların başlamasıyla birlikte Türkiye ve Katar’ın Müslüman Kardeşlerle (İhvan) irtibatlı siyasi hareketlerin bölge ülkelerinde iktidara gelmesi veya iktidarda güç kazanması için aktif bir siyaset takip ettiği görüldü. AKP ideologlarının bakış açısına göre, Arap dünyası sömürge dönemi sonrası girdiği hürleşme sürecinde adeta zincirlerini biraz daha kırarak özgürlüğüne kavuşuyordu. Böyle karmaşık açıklamaları pek kavramayan Erdoğan ise özellikle İhvan üzerinden bölgenin liderliğine veya kendi jargonuyla ifade edecek olursak “halifeliğe” hazırlanıyordu.

Oysa Mısır, Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkeleri yöneten ve bölgedeki statükoyu temsil eden otoriter rejimler bunu doğrudan kendi iktidarlarına yönelik bir tehdit olarak algıladılar. Başlangıçta güçlü konumda bulunanlar ve zamanın ruhuyla uyumlu şekilde hareket etmenin avantajını taşıyanlar Türkiye ve Katar’dı. Tunus, Mısır ve Libya’da üst üste otoriter rejimler devrilip Türkiye ve Katar’ın mali ve askeri desteğini alan İhvan bağlantılı gruplar iktidara gelirken, bu dalgada sıranın kendilerine de geleceğinden endişe eden diğer Körfez Ülkeleri tam bir savunma pozisyonu aldılar. Katar’da rejime yönelik bir tehdit olarak görülmeyen, aksine ülkeyi yöneten Sani ailesinin yakın destekçisi olan İhvan, Suudi Arabistan ve özellikle BAE’de ülkenin otoriter yapısı nedeniyle yarı örtülü hareket eden aktif bir muhalif örgütlenmeydi.

BAE Müslüman Kardeşler lehine bölge siyasetine müdahil olan Türkiye ve Katar’ı dengeleme misyonunu üstlendi. Mısır, Libya, Tunus gibi ülkelerde İslamcı olmayan rakip güçleri destekleyerek, Kuzey Afrika’da başladıktan sonra Suriye’ye de ulaşan dalganın daha da büyümesini önlemeye çalıştı. Hedef “Arap Baharı’nı” çıkış noktasında boğmaktı. Bu esnada, seküler muhalefetin sokaklara dökülmesini temsil eden Gezi protestolarını aşırı güç kullanmak suretiyle dağıtan Erdoğan bu dalganın kırılması için tetikte bekleyenlere aradıkları kozu verdi.

Mısır’da Temmuz 2013’de İhvan mensubu Cumhurbaşkanı Mursi’yi deviren askeri darbe bu bakımdan bir anlamda Türkiye ve Katar’ın karşısında oluşan Suudi Arabistan ve BAE blokunun da bir zaferiydi. Nitekim çok geçmeden Tunus’ta İhvan’la irtibatlı Nahda hareketi, benzer bir darbeyle yüzleşmekten kaçınmak için, liderleri Raşid Gannuşi’nin akıllı manevraları sayesinde hükümetten çekildi ve cumhurbaşkanlığı seçiminde aday göstermedi. Böylece 2014 sonu itibariyle “Arab Baharı” denilen sürecin güçlü ilk dalgası iyice söndürülmüş oldu.

Sisi hükümeti ilk yıllarında henüz kendinden emin değildi ve o ortamda Katar’ın Mısır’dan kaçan İhvan mensuplarının sığındıkları ana ülkeye dönüşmesi Körfez ülkeleri arasındaki tansiyonu giderek yükseltti. BAE’de İhvan’dan kaynaklanan tehdit algılaması had safhadaydı ve onun öncülüğünde Suudi Arabistan, Mısır ve Bahreyn (“Sünni Dörtlü”) 2014’te Katar’a karşı ortak bir tutum takınarak Doha’dan büyükelçilerini çektiler. Bu Katar’a verilmiş ilk ciddi gözdağıydı.

KATAR’IN İRAN’LA İLİŞKİLERİNİ İYİ TUTMASININ NEDENLERİ

Bütün bu gelişmeler bölgede o dönemde şekillenmeye başlayan “Sünni Dörtlü”, İsrail ve ABD’ye karşı İran, Esad rejimi ve Hizbullah cepheleşmesiyle de yakından ilgiliydi. Türkiye ve Katar’ın izledikleri siyaset aksi takdirde iyice yalnızlaşacak olan Tahran’ı rahatlatmıştı. Çünkü Sünni Dörtlü’den farklı olarak Katar, İran’la ilişkilerini iyi tutan, Tahran’ı karşısına almamak için ihtimam gösteren bir dış politika izliyordu. Katar 310 bin nüfusu, 11,581 kilometrekare yüzölçümüyle toprak alanı bakımından Bursa büyüklüğünde bir ülkedir. Sahip olduğu büyük gaz rezervleri sayesinde dünyanın en zengin ülkeleri arasındadır. Kişi başına düşen milli gelir tablosunda ilk sırada yer alan ülke Katar’dır. Güçlü bir ordusu olmayan Katar için Suudi Arabistan ve BAE kaynaklı muhtemel bir güvenlik tehdidini İran’a yakınlaşarak dengelemek önemlidir. Katar’ın Türkiye’yle ittifak kurarak topraklarında üs kurmasını teşvik etmesi de benzer bir stratejik hesaplamayı yansıtır.

Katar’da Kasım 2020’de TSK tarafından Katar Silahlı Kuvvetleri’ne verilen “Birleşik Mekanize Piyade Takımı Eğitimi” sırasında çekilmiş bir fotoğraf…

Dünyadaki tespit edilmiş en büyük doğal gaz rezervi olan Güney Pars/Kuzey Kubbe sahası Basra Körfezinde Katar ve İran’ın deniz sınırları içinde yer alır, yani bu iki ülke aynı doğal gaz sahasını paylaşırlar. İran’la Körfez Arap ülkeleri arasında yaşanacak bir gerilimde, Tahran’ın misillemeleri karşısında en zayıf durumda bulunan ülke kendisi olacağından Doha dikkatli bir siyaset takip etmek zorundadır.

İran’la arasını açacak bir siyaset izlemekten bu nedenlerle kaçınan Katar 2014’ten sonra dış politikasında bir ince ayara gitti, diğer Arap ülkeleriyle ilişkilerini düzeltmeye yönelik adımlar atarak Mısır, Suriye, Libya ve Somali gibi ülkelerde İhvan’la irtibatlı örgütlenmelere verdiği açıktan desteği çekmeye başladı. Erdoğan rejimi Doha’nın bu görece geri çekilişi sonrasında, bölgede İhvan’ın hamiliği pozisyonuna daha görünür şekilde yerleşti, bu ise Suudi Arabistan ve BAE ile birbiriyle çatışan tarafları desteklemesinden kaynaklanan gerilimi arttırdı.

BAE’NİN 15 TEMMUZ’UN FİNANSÖRÜ OLDUĞU İDDİASININ İÇİ BOŞTU

AKP iktidarı Sünni Dörtlü’yle yaşadığı gerilimi başta dışarıya yansıtmamaya çalıştı. Ama 15 Temmuz bu bakımdan bir dönüm noktası oldu. Darbenin “finansörü” olarak BAE’yi ilan etmekten çekinmeyen Erdoğan o gece yaşanan hadiselerde kendisine verdiği destek nedeniyle sonraki süreçte İran’la daha da yakınlaştı. Erdoğan’ın BAE’ye yönelik iddiasını kabul etmek pek mümkün değil, çünkü Abu Dabi 15 Temmuz sonrasında Kabil’de görevli iki Türk generalini, muhtemelen bir Batı ülkesine sığınmak üzere transit geçtikleri Dubai’de tutuklayarak Ankara’ya hemen teslim etmekten çekinmemişti. 15 Temmuz sonrası BAE’yi hedef göstermek Erdoğan’ın Ortadoğu’daki cepheleşmede neden İran’ın safında yer aldığı sorusunun gerçek cevabını vermemek için yaptığı bir perdelemeydi. Böylece Türkiye’nin Sünni ülkeler dururken, Lübnan, Suriye ve Irak’ta Şiilerin baş destekçisi İran’la neden saf tuttuğunun, böylece hem Batı’yla, hem de Arap ülkeleriyle ilişkilerini bozarak bölgede neden yalnızlaşmayı tercih ettiğinin sorgulanmasının önünü ustaca aldı. Artık bu soruya doğru olmasa da basit ve yalın bir cevap bulunmuştu: BAE darbe girişimini finanse eden, İran ise darbeye karşı Erdoğan iktidarını destekleyen ülkeydi.

BAE’nin 15 Temmuz’da oynadığı iddia edilen role ilişkin delillendirilmiş inandırıcı açıklamalar getirilemedi, aynen İran’ın o gece darbenin önlenmesi için ne tür destekler verdiğinin hala açıklanmamış olması gibi… Türkiye’de bir askeri darbe düzenlemek için neden BAE gibi bir ülkenin desteğine ihtiyaç duyulacağının mantıki bir açıklaması olmadığı gibi, 15 Temmuz yargılamalarında da BAE’nin o gece aldığı role ilişkin herhangi bir delil getirilmedi, hiçbir subay bu yönde bir suçlamayla yargılanmadı.

Trump’ın Ocak 2016’da başkanlık koltuğuna oturması Ortadoğu’daki cepheleşmede İran karşıtı saflarda, yani Sünni Dörtlü ve İsrail’de özgüven ve cesarete yol açtı. Beyaz Saray’da artık İran’la uzlaşılmasını istemeyen, Tahran’la çatışmaktan kaçınmayacağı mesajları veren, hatta sanki böyle bir savaş için mazeret arayışında olan bir başkan vardı. Önceki yazıda anlattığım gibi Suudi Arabistan’da Veliaht Prensliğe Bin Selman’ı getiren Haziran 2017’deki saray içi darbeyi İran doğrudan kendisine karşı gördü. Nitekim Bin Selman o sıralarda Katar’a yönelik tutumunu da iyice sertleştirdi ve Doha’yı İran ve Türkiye’den uzaklaştırmaya çalıştı. Sünni Dörtlü yine aynı ay (Haziran 2017) terörizme verdiği desteği gerekçe göstererek Katar’la diplomatik ilişkilerini kesip abluka uygulama kararı aldılar. Ablukayı kaldırıp ilişkileri normalleştirmek için Doha’nın İhvan’a verdiği desteği kesmesini, Türkiye’yle askeri işbirliğini sona erdirmesini talep ettiler.

TÜRKİYE KATAR’DA NİYE ASKERİ ÜSLER KURDU?

Daha önce ABD’nin Riyad’ı dizginleyeceğini uman Katar, Trump’la bu ihtimalin azaldığını gördüğünden, Suudilere karşı direnebilmek için Türkiye’den topraklarında askeri üs kurmasını talep etti. Yine o ay TBMM hemen bu doğrultuda bir kararı onayladı. Böylece Türkiye başka bir ülkede tarihinde resmen ilk kez askeri üsler kurdu, Katar’daki üslerde beş binden fazla Türk askeri konuşlandı. Doha bu desteği karşılığında Erdoğan hükümetine farklı şekillerde on milyarlarca dolar tutarında ticari, ekonomik ve finansal yardımlarda bulundu.

Katar’daki Türk üssü

Soçi Mutabakatı gibi diplomatik girişimlerle Suriye’de birbiriyle savaşan kesimleri desteklediği İran’la ilişkilerinin gerilmesine yol açabilecek potansiyel sorunları ortadan kaldırmaya çalışan Erdoğan iktidarının Araplara yönelik izlediği siyaset ise tam tersi istikametteydi, aralarındaki çatışmaya taraf olarak Suudi Arabistan ve BAE’nin olası bir saldırısına karşı Katar’ı korumak için askeri ittifaka giriyordu. Uzaktaki Türkiye’nin Katar’da kurabileceği hakimiyetin sınırlarının belli olması, yani Ankara’ya kapı gösterildiğinde sorun çıkartacak konumda bulunmaması Doha için bu ittifakı oldukça cazip kılan bir özellikti.

Biden’ın başkanlık seçimini kazanması Ortadoğu’da dengeleri yeniden değiştirdi. Bölgesel parametreler artık tamamen farklılaşacağı, ABD Yönetiminin İran’la yeniden uzlaşmayı önceleyen bir tutum takınacağı bilindiğinden Sünni Dörtlü yeni duruma hemen ayak uydurarak Katar’la ilişkilerini 7 Ocak 2021’de beş ülke liderinin katılımıyla imzalanan El-Ula bildirgesiyle normalleştirdi. Riyad ve Abu Dabi, Katar’ı pes ettiremeyeceğini kabullenmişti. Doha bu zaferi Türkiye’nin de verdiği destekle kazanmıştı.

Katar’la ilişkilerini düzelten Sünni Dörtlü aynı sıcak yaklaşımı Türkiye’ye göstermedi. Öncelikle buna mecbur değildiler, çünkü Erdoğan’la aylarca bir telefon görüşmesi yapmayıp, sonra ilk kez Ermeni soykırımını kabul edeceğini bildirmek üzere arayan Biden’ın bu yönde bir beklentisi olmadığını bilmeleri onlar için rahatlatıcı bir sebepti. Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri çıkmazdaydı, zayıf durumdaydı, Erdoğan nasılsa kapılarına gelmek zorunda kalacaktı. Nitekim öyle de oldu… Kahire ve Riyad’la ilişkileri düzeltmek için girişimde bulunup elçi heyetleri gönderen taraf Erdoğan oldu.

“BİZİ İSRAİL DEĞİL, ERDOĞAN VE İRAN TEHDİT EDİYOR”

Peker’in durumunu yakından takip ettiğine şüphe olmayan Dubai Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Dhahi Khalfan Eylül 2020’de şu çarpıcı açıklamaları yapmıştı: “İsrail bizi tehdit etmiyor, ama Erdoğan ve İran bizi tehdit ediyor.” Erdoğan’ın Filistin meselesinin savunucusu rolü oynamasının da bir yalandan ibaret olduğunu söyleyen Khalfan halka Türkiye’ye boykot uygulaması çağrısında bulunmuş, “Erdoğan iktidarındaki Türkiye’yi ziyaret ettiğinizde, zalim bir devleti ziyaret ediyorsunuz demektir” demişti.

Suudi Arabistan ve BAE’nin Erdoğan’ın Arap sokağını etkilemeye yönelik söylemlerine karşı yayınladıkları propaganda videolarında Erdoğan’ın aslında Şii etkisinde bir “harici”, yani Sünnilik karşıtı olduğu iddiasını seslendirdikleri görülmektedir. 17/25 Aralık süreci Erdoğan’ın İran’la kurduğu özel ilişkiler üzerindeki örtüyü biraz aralamıştı. Şimdi Peker’in özellikle uyuşturucu kaçakçılığı üzerinden bunu pekiştiren ifşaatlarda bulunmasının Abu Dabi ve Riyad’da yol açacağı memnuniyeti tahmin etmek zor değil.

Peker Ortadoğu’da Erdoğan’ın yenilgisiyle kapanacağı zaten belli olan bir cepheleşmenin adeta finalinde fotoğrafa dramatik bir giriş yaptı. Üç günde bir yayınladığı videolarla Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrası kurduğu yeni iktidar koalisyonunun kritik bileşenlerini bir bir sarsan bir şahsiyet söz konusu. Sünni Dörtlü arasında “Diz çökmesi de yetmez, yüzü koyun yatmadan olmaz” esprisinin yapıldığını duyar gibi oluyorsunuz.

Normalde “mafya babaları” olarak bilinen şahsiyetleri kullanan, onları perde gerisinden yöneten çok daha akıllı şahsiyetler olur. Burada tüm hadiseyi ilginç ve beklenmedik sonucuna ulaştıran husus Peker’in muhtemelen onu bugüne kadar kullananlardan çok daha akıllı olması (ve bu, belki de onlardan çok daha fazla kitap okumuş olmasıyla ilgili.) Peker bize ister istemez Kill Bill’deki meşhur bir repliği hatırlatıyor: “Bende olmayan acıma, merhamet ve af…  zeka değil.”

WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com