Oscarlı senaristlerin hocası: Ben senaryo yazmayı öğretmiyorum

ELİF TUNCA 14 Aralık 2016 KÜLTÜR

Üniversitede senaryo yazım teknikleri dersini veren hocamla kapıştığımdan bu yana, ‘senaryo yazmak öğretilebilir mi?’ mevzuu kafamı kurcalamamıştı. Neyse ki Robert Mc Kee, beni rahatlatarak gerçekten de senaryo yazmanın, öğretilebilecek bir şey olmadığını söyledi. Onun yaptığı “Hikâye nedir?”; onu anlatmaktı.

Küçük yaşlardan itibaren aktörlük ve yönetmenlik yapan, oyunlar yazan Mc Kee, doktorasını verirken hikâyenin yapısı üzerine eğilmiş ve kapsamlı bir araştırmadan sonra gerçekten işin uzmanı haline gelmiş. “Story” adlı kitabı, senaristlerin başucu kitabı olurken üniversitede verdiği derslerin popülerleşmesiyle de üç günlük “Hikâye” semineri ortaya çıkmış. Mc Kee’den bu semineri alanlar arasında David Bowie, Diane Keaton, Kirk Douglas, Faye Dunaway, Yüzüklerin Efendisi’nin yönetmeni Peter Jackson, Kayıp Balık Nemo’nun yazarı Andrew Stanton gibi isimler var. Robert Mc Kee’yle buluşup bu işin aslı nedir; konuştuk.

Sinemacılar, yazarlar ‘bu işin formülü yok’ derler. Sizce var mı ki bunun üzerine seminer veriyorsunuz?

Hayır yok. Formül yok; ama bir form var. Bir müzik okuluna gitseniz size müziğin formunu öğretirler; notaları, armoniyi. Sanat okuluna gitseniz görsel sanatın formunu öğretirler; renklerin psikolojisini vs. Hikâyede de belli bir form var; bu, zamandan ve mekândan bağımsız bir şey. Bütün hikâyeler, bunun varyasyonları. Hepsinin altında bu form var. Bu formu alıp aşağı çekebilirsiniz “Uzak” gibi, “İklimler” gibi. Kırıp “Yol” gibi bir film yapabilirsiniz, beş hikâyesi olan. Veya klasik yolla kullanıp “Eşkıya” gibi bir film yapabilirsiniz. Ya da tersyüz edebilirsiniz -bunu yapan Türk filmi var mı bilmiyorum ama- harika Fransız örnekler var; Luis Bunuel, Jean Luc Godard gibi. Form der ki ‘hikâyenin doğası budur’. Formül der ki ‘bunu böyle yapmalısın’. Bu saçmalık! Hiçbir mecburiyetiniz yok. Tek yapmanız gereken şu: İnsanın entelektüel hassasiyetine göre duygusal ve zihinsel ilgilerini yakalayıp iki saat boyunca bunu ayakta tutmak.

Peki sizin seminerinizin diğer senaryo derslerinden farkı nedir?

Ben senaryo nasıl yazılır; onu öğretmiyorum. Ben bir hikaye nedir; onu anlatıyorum. Kimse ‘nasıl’ yapılacağını öğretemez. Biliyorum pek çok film okulunda ve üniversitede nasıl senaryo yazılacağını anlatmıyorlar; bunu denemiyorlar bile! Yaptıkları, film göstermek ve onları eleştirmek. Öğrettikleri ‘yaratıcılık’ (creativity) değil, eleştiri. Bense eleştiri öğretmiyorum. Yapmaya çalıştığım, yazarlara ilham vermek. Bu forma hakim olup istediklerini yapabilsinler diye. Eleştiriyi öğrettiğiniz zaman ‘yaratıcılığı’ yok ediyorsunuz. Çünkü öğrenci için kendisinin ne söyleyeceğinden çok diğer insanların ne diyeceği önem kazanıyor. Öğrenci, eleştirileri dikkate alıyor, profesörleri dinliyor ve profesörünün ne sevdiğini kapıp ona göre iş yapmaya çalışıyor, bu çok yıkıcı. Ben yıllardır bununla savaşıyorum.

Peki siz yönteminizi nasıl oluşturdunuz ve nelerden beslendiniz?

Gençken aktörlük ve yönetmenlik yaptım, tiyatro oyunları yazdım. Gördüm ki her şey eninde sonunda yazarda baylaşıp bitiyor. Doktora tezimi ‘hikâye’ üzerine yapmaya karar verdim. Aristo’dan Derida’ya herkesi çalıştım, araştırdım. Yüzyıldan yüzyıla, yazardan yazara terminolojinin değiştiğini gördüm. Ama fark ettim ki hepsi aynı şeye bakıyordu; farklı yollardan veya farklı isimlerle ama hikâyeye bakıyorlardı. Dolayısıyla form dediğim şey, çok net biçimde önüme çıktı, ben keşfetmedim. Aslında yaptığım ne, biliyor musunuz? Ortak bir bilgi hakkında dünyayı dolaşıp ders veriyorum, kitap yazıyorum.

Diğer insanlar nasıl kaçırıyor bu kadar net olan şeyi ya da siz nasıl görebildiniz?

Benim anladığım şeyi herkes anlamıştı aslında. Ama Fransızlar her şeyin altını üstüne getirdiler. Semiyolojiyle ilgili Fransız terminolojisi, yazmayı tersine çevirdi. İnsanla ilgili bütün hikayeler, insan hayatını dengelemeye yöneliktir. Ama Fransızlar ‘hayır’ dediler; ‘her şey dille ilgilidir, kodlarla ilgilidir. Politik, Freudyen, feminist teorilerle ilgisi var.’ Yani sanatın yaptığı iş çok önemli değildi, önemli olan onu nasıl tarif ettiğindi. Fransızlar her şeyi değiştirip ‘yaratıcılığın’ yerine eleştiriciliği getirdiler. Son 40 yıldır da üniversitelerde olan bu. Dünya o dönemden sonra değiştiği için yeni gibi geliyor anlattıklarım. Aslında bilinen bir şeyi anlatıyorum.

Bunca zamandır en çok rastladığınız yanlış ve klişe nedir?

Hangi birini söyleyeyim! Favori klişem, çocuk istismarı! Bir insanın hayatla derdinin ne olduğunu sadece çocukluğuna bakıp açıklayabiliyorlar. Çocukken çok istismar edildiler herhalde! Hepimiz istismar edildik, çocukluk cehennemdir. En büyük hataysa şu; genç yazarlar araştırma yapmıyor. Zaten her şeyi biliyorlar! Çünkü film-televizyon seyretmişler, belki roman bile okumuşlar! Kafalarının içinde olanı evirip çevirip sürekli kendilerini tekrar ediyorlar. Gördüklerini taklit ediyorlar ve ‘yaratıcılıkları’ köreliyor.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com