‘Mihriban mahkumu’ bir şair: Abdürrahim Karakoç

Türkü sevip de Mihriban'ı bilmeyenimiz yoktur. 'Leyla' kadar çok dillere düşmedi Mihriban ama Leyla kadar etkisi oldu sevdalı gönüllerde. Mihriban'a hem ömrünü hem gönlünü esir eden şair Abdürrahim Karakoç. Biz onu Mihriban'la bildik ama 100'den fazla şiiri bestelenmiş bir şair o...

FİKRİ DOĞAN 10 Ocak 2021 PORTRE

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım, Mihriban’ı yazmasaydı çoğumuz adını bile duymamış olacaktık Abdürrahim Karakoç’un. O yüzden ‘Mihriban mahkumu’ dedik başlığa. Gönlü de ömrü de Mihriban’a mahkum olmuş yanık benizli Anadolu şairinin hikâyesidir bu. Yöre insanının deyişiyle ‘Albıstan’ın  Cela nahiyesinde (şimdi Ekinözü oldu adı) bir ev düşünün. Dede şair, baba şair, emmi şair, kardeş şair. Maraş burası çünkü. Boşuna dememişler “Maraş’ta 3 evin kapısını çalsanız ikisini şair açar” diye. Öyle bir iklim, öyle bir coğrafya. ‘Taşından mı toprağından mı?’ derler ya, hem taşından hem toprağından.

“OKUMA HASTASI OLDUM GENÇ YAŞTA”

Abdürrahim de böyle bir iklimde geliyor dünyaya. Zaman darlık devri, kıtlık devri. Karınlar doymuyor ama gönüller sağlam besleniyor. “Hiç bulunmayan kitapları bulur okurdum. Babam alırdı, ben alırdım, abim alırdı okurdum. Oku, oku, oku derken bir okuma hastası oldum. Zaten ilkokuldayken şiir yazmaya başladım’’ diye anlatır kendini 1986’da verdiği bir söyleşide. Daha 18 yaşındayken J. J. Rousseau’nun Emile’ini ve Marx’ın Kapital’ini bitirmiştir.

“AVARALIKTAN ŞAİR OLUNAN GÜNLER…”

Nasıl şair oldunuz diyene, “Avaralıktan” diyor Karakoç: “Kıtlık varıdı amma güzel günlerdi. Avaraydık, yapacak bir işimiz yoktu. Şiir yazardık. Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gittiler…’’ Dedik ya babadan, dededen şiir dolu evde büyüdü diye. İyi beslenince dökülmemiş Abdürrahim. Dedesi de kendi yazdığı şiirleri okurmuş evde, babası da.

Kardeşi Bahattin Karakoç, şiir yazar eşine verirmiş oku diye. Eşi şiiri okur, “Böyle şiir mi olur, bunu ben bile yazarım. Şiir dediğin Abdurrahim’in yazdıkları gibi olur” diye takılırmış ona. Öyle bir şair işte. Öyle bir ortamda gönlüyle birlikte fikrini de besleyince ‘isyan’ şiirleri yazmış. Sonra ilk yazdığı şiirlerin hepsini ‘Bunlar olmadı’ diye yakıp yok edecek kadar da özenli yaptığı işe. Şiir için “Çocukken çıkardığımız seslerin manzum ifadesidir” derler, Karakoç da gördüğü, duyduğu, okuduğu, yaşadığı, inandığı her şeyi manzum ifadeye dökmüş. Ne çocukluğu bitmiş ne isyanı.

“YA ÖFKEDEN YA SEVDADAN YAZDIM”

‘’Ne zaman şiir yazarsın?’’ diyenlere, “Ya öfkeden kabardığımda ya da sevdadan coştuğumda” dermiş. Öfkeden kabardığında isyan şiirlerini yazarmış, sevdadan coştuğunda da Mihriban’ı. “Şiir iki kanatlı bir kuştur. Tek kanatlı kuş uçmaz. O yüzden hem sevda şiiri yazdım hem mizah (Hiciv ve isyan şiirlerine mizah şiiri derdi Karakoç) şiirleri yazdım. Uçabileyim diye’’ diye tarif edermiş şairliğini.

Abdurrahim Karakoç doğa şiirleri de yazdı, dini içerikli şiirler de, kahramanlık şiirleri de, sevda şiirleri de yazdı, toplumsal yaralara da dokundu. Şiirin her alanında bıkmadan, usanmadan yazdı. Muayenede çok para isteyen doktora,

“Yedi baş horanta yıkık hânede

Tüm kazancım bini bulmaz senede

Yüz pangunut helal olsun gene de

Ben nereyim, beşyüz nere tohdur beğ’’

diye seslenen Karakoç, babadan kalma bitmeyen davayı da ‘Hakim Beğ’ şiirinde;

‘’Gene tehir etme üç ay öteye

Bu dava dedemden kaldı hakim beğ

Otuz yıl da babam düştü peşine

Siz sağolun o da öldü hakim beğ”

diye başlayan mısralarla anlattı okuyanına.

“MİLLİ SOYGUNCULARLA SERMAYE SÜLÜKLERİ BESLEDİ BENİ”

Keskin dilli bir şairdi Abdürrahim Karakoç. Nereden beslendiğini soranlara, “Sağ olsunlar, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilal cuntacıları, ‘bilimsel’ cüppeliler, entelektüel züppeler, millî soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adalet katleden hukukçular, dalkavuklar, üçkağıtçılar hep bana yardımcı oldular. Şiir malzememi veren onlar, öfkemi bileyen onlar oldular. Yardımlarını inkâr etmiyorum, fakat teşekkür de etmiyorum,’’ diye cevap verirdi.

Türk edebiyatının hiciv üstadı Nefi’ye benzetirdi yakın dostları üslubunu. “Allah’a şükret Dördüncü Murad yok şimdi” diye takılırlardı Karakoç’a. “Memlekette mizah yazacak kimse yoktu. Benden önce en son Neyzen Tevfik yazmıştı. Baktım orada boşluk var. Oraya yöneldim” diye anlatıyor sivri dilini…

‘Hasan’a Mektuplar’la başlamış tanınmaya. Slogan haline, bayrak haline gelen şiirler yazmış. İslamcı camianın on yıllarca marş olarak kullandığı ‘Hak Yol İslam Yazacağız’ı da o yazmış, gönül tellerini titreten ‘Can Özümden Besmeleyi Çekende’yi de.

HERKESİN SORDUĞU SORU: KİM BU MİHRİBAN?

Mihriban’ın kim olduğuyla ya da olayın nasıl olduğuyla ilgili onlarca iddia ve rivayet var. Aslında kimsenin anlattığı tam doğru değil. Olayın aslını bilen koca şairle sevdiceğiydi, ikisi de rahmete kavuştu. Biz de kendi duyduğumuzu yazalım dilimiz döndüğünce: Karakoç yağız delikanlı. Bir güzele vurulmuş şair gönlü. Allah bilir açılmış da kız mı kabul etmemiş, edebinden açılamamış mı çok rivayet var. Olmamış iş anlayacağınız. Karakoç sevdiceğinin ardından yazmış Mihriban’ı.

Önce şiiri de Mihriban’ı da çok az insan bilmiş. Musa Eroğlu 30 yıl sonra can verince şiire. Herkes merak etmiş kim yazdı bu sözleri diye.

“Yar deyince kalem elden düşüyor

Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor

Lambada titreyen alev üşüyor

Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban..”

Dörtlüğü yakmış kavurmuş seven gönülleri. “Lambada titreyen alevi üşüten’’ şairi merak etmiş insanlar haliyle. Türkü dillerden dillere dolanırken ünlenmiş haliyle Karakoç.

“MİHRİBAN KENDİ KENDİNİ BESTELEDİ!”

Musa Eroğlu’nun Mihriban’ı besteleme hikâyesi de başlı başına bir olaydır aslında. Musa ustanın kızı bir gün bir kitap getirir babasına. Abdurrahim Karakoç’un Dosta Doğru’sudur kitap. “Baba” der kızı, “Çok güzel şiirler var içinde bestelenecek, bir bak istersen.’’

Musa Eroğlu, “Kızım işim başımdan aşkın. Uğraşamam şimdi” der. Der ama kızının ısrarına da dayanamaz alır kitabı. Gerisini Musa Eroğlu anlatsın isterseniz: “Kitabı gece elime aldım. Sabaha kadar üç kez okumuşum. Sabah uyandığımda Mihriban’ı mırıldanıyordum. Kitabın ahengi kendi kendine besteledi şiiri…’’

“ADI MİHRİBAN DEĞİL, SAÇLARI DA SARI DEĞİL…”

Art arda şiirler de gelince Abdurrahim Karakoç adı bilinir olmuş. Aradan zaman geçmiş. Maraş’ta şiir dinletisine davet edilmiş Mihriban şairi. Şiirler, sohbetler derken sonra kulise bir hanım gelmiş. Demiş “Ben oyum.” Boynunu bükmüş Karakoç, demiş “ben evlendim barklandım.’’

Demiş ki hanımefendi, “Yok mudur çaresi? Nasıl unutacağım?’’

Karakoç bir şey dememiş. Şiir dinletisinin sonunda avucuna bir kâğıt sıkıştırmış hanımın: ‘‘Unutursun Mihriban’ım.’’

Ölene kadar sormuşlar bunu Abdurrahim Karakoç’a. “Mihriban kim?” diye. Her defasında kendi edebi ve şair üslubuyla cevap vermiş yanık benizli şair: Adı Mihriban değildi, saçları da sarı değildi. Geri kalan her şey doğru.

“100’DEN FAZLA ŞİİRİ BESTELENDİ”

Şimdi herhalde türkü deyince her 10 kişiden 9’unun aklına Mihriban, Mihriban deyince de Abdurrahim Karakoç geliyordur. Herkes Mihriban şairi olarak bildi tanıdı onu. Halbuki dillere pelesenk olmuş 100’den fazla türkünün söz yazarıdır Karakoç. Ama dedik ya ‘Mihriban mahkumu’ diye. Mihriban öyle kuşattı ki hayatını, başka şiirinin bilinmesine bile izin vermedi kendi şiiri.

Şiire nasıl başladınız diye sormuş bir gün bir başkası, “Besmeleyle” demiş Karakoç. Aynen BBP’de siyasete atıldıktan kısa süre sonra “Siyaset bana göre değil” diye bırakmasına verdiği cevap gibi. “Sayın Karakoç, neden siyasete girip hemen çıktınız siyasetten?” demişler. “Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için de çıktım” demiş. Öyle inandı, öyle yaşadı öyle de öldü koca şair. Allah vardı gönlünde her daim. Bildiğimiz kadar da hep gönlüne göre yaşadı.

CEMAL SAFİ’DEN AŞIK MAHSUNİ’YE 

Ünlü şair Cemal Safi, Türkçe’yi kullanışına hayran olduğu Karakoç’un ölümünden sonra şu dörtlüğü yazmış ardından:

“Nasıl ağıt yakalım dinlerken ‘Mihriban’ı

Derdimizi dökecek kafiye mi bıraktın?

Hece veznine âşık ettiğin garibanı

Teselli etsin diye Safi’ye mi bıraktın”

Onunla ilgili son sözü yine Elbistanlı gönül insanı Aşık Mahsuni Şerif’e bırakalım.

“Sevgili Karakoç, Elbistan tarihi kadar, Anadolu tarihinin de 20. yüzyıla sunduğu, hakkın son lütuflarından biridir. O yüce dostun, hem çağdaşı, hem meslektaşı hem de hemşehrisi olmak şu 50 yıllık sanat ve ozanlık hayatımda hep gururum olmuştur.”

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram