Kapılar ve eşlik edilmeyen cenazeler

“Kapı” filmi Mardinli Süryani bir ailenin 25 yıl önce göç ettikleri Berlin’de “yeni hayatlarının” mutlu bir gününde memleketten gelen sarsıcı bir telefonla başlıyor.

ALİN OZİNİAN 11 Nisan 2021 YAZARLAR

“Ey eskimiş, müzminleşmiş dert,
maşallah maşallah, şifa geldi;
ey kilitlenmiş, kapanmış kapı,
açıl, anahtar geldi.”
Divan-ı Kebir

Kapıları sadece kullanmaz insan, mecazlar da yaratır kapılardan.

O kapılar ki bazen tebessümle açılır yüzümüze, bazen de sert bir vuruşla kapanır, yüreğimizi kanatır, her yerdedir.

Yüreğimizin bile kapıları vardır, hatta hayatımızın. Bile isteye, büyük bir gürültüyle vurduğumuz kapılar, açmamak üzere kapattığımız, kitlediğimiz, ardına sürgüler çektiğimiz kapılar.

Ne hevesler ne hayaller ile açtığımız ve bazen de ardına saklandığımız, kendimizi güvende hissettiğimiz, korunaklı bölgelerimizin korkularımızdan ayıran kapılar.

Örten, gizleyen kapılar. Hapseden, koruyan ve ikisi arasında yıllarca karar verilmeden kalınan kapılar…

Belki metaforların en vurucusudur kapılar. Bazen ev, bazen iş, bazen aşk, bazen de yalnızlığa hatta ölüme açılır kapılar.

Kapılar, kilitler ve anahtarlar çok iyi arkadaşlar. Biri yoksa, diğeri manasız. Biriken anahtarları, bilinmeyen kapıları ile hangisinin hangisini açacağını kestiremediğiniz, denediğiniz, yanıldığınız bir oyun sanki hayat.

Bazen beklenmedik bir şekilde anahtarınızın kapıyı açtığı, işte o an renklerin, kokuların, müziğin ve temponun değişti, yeni bir hayatın başladığı bir kapılar ülkesi hayat.

“Kapı” filmi bu anlattıklarımın hepsinin bir özeti. Mardinli Süryani bir ailenin 25 yıl önce göç ettikleri Berlin’de “yeni hayatlarının” mutlu bir gününde memleketten gelen sarsıcı bir telefonla başlıyor film.

Mardin’de kaybolan oğulları Mikhael’a ait olduğu düşünülen kemiklerin haberini alır almaz, Yakup ve Şemsa ve onları yalnız bırakmak istemeyen torunları Nardin ile Mardin’e giderler. Bu seyahat bir yol hikayesine, ertelenmiş bir hesap sormaya, kendi içlerinde yapacakları kişisel yolculuklara dönüşür.

Aile, umut vadeden kapı ustası büyük oğulları Mikael’in ortadan kaybolmasının ardından, bildikleri tüm yerleri arar, öldürülüp atılmış cesetler bulunan tepeleri, kuyuları yoklar ve sonunda göç etmeyi seçer, diğer Süryani aileler gibi.

Yakup, bu ziyaret sırasında eski evlerine gittiğinde kapının olmadığını görür, sinirlenir, üzülür. Talancıların terk edilen Süryani evlerinde ne varsa topladığını, “meraklılarına” sattığını, polisin de göz yumduğunu anlar. Ama en çok kapının kaybına dayanamaz.

Kapıyı baba oğul birlikte yapmışlardır, oğlunu artık bulamayacağını anlayan Yakup, tüm kayıplarını kapı ile özdeşleştirir. O kapıyı bulacaktır, hem de kapıyı çalan ve satan talancı Remzi ile arayarak.

Film geçen hafta Netflix’te gösterime girdi, filmi seyrettiğim günlerde, 9 Ocak’ta Mardin’in Nusaybin’de yapılan ev baskınında gözaltına alınan, bir gün sonra “terör örgütüne yardım etmek” suçlamasıyla tutuklanan ve kamuoyu baskısının ardından serbest bırakılan Mor Yakup Manastırı Rahibi Sefer (Aho) Bilecen’e “örgüte yardım ve yataklık” iddiası ile tutuksuz yargılandığı davada 2 yıl bir ay hapis cezası verildi.

Bu toprakların insanlarını azımız biliyoruz, çoğumuz bilmek bile istemiyoruz.

Türkiye’deki Süryanileri bilmediğimiz gibi. Türkiye’de ne kadar Süryani var, kaçı kaldı, kaçı gitti, neden gitti, nereye gitti, okulları var mı, gazeteleri var mı, korkuları neler biliyor muyuz?

Sabro Genel Yayın Yönetmeni David Vergili ile konuştum, bazılarını bildiğim, bazılarını bilemediğim bu soruları ona yönelttim.

“Bugün itibariyle, elimizde resmî rakamlar olmamasıyla beraber, Türkiye’deki Süryani nüfusunun 20 bin civarında olduğunu tahmin ediyoruz. Ülkedeki Süryaniler en fazla bulunduğu bölgeler İstanbul, Turabdin bölgesi, Mardin ve çevresi ve Adıyaman” diyen Vergili, son çeyrek asırda bölgedeki güvenlik, siyasi ve güvenlik sorunun ağırlaşması ve 90’lı yıllarda köy boşaltmaları ve faili meçhul cinayetler ile beraber Süryaniler Turabdin’i yoğun bir şekilde terk etmeye başladıklarını anlattı.

İstanbul Süryanileri 1840’lı yıllardan sonra dönem dönem gerçekleşen göçle beraber oluşan bir topluluk. Son yüzyılda Süryanilerin anayurtları olan bölgedeki nüfusları bir milyon civarında. Bunların çoğu Mardin, Diyarbakır, Adıyaman, Urfa hattında diğer taraftan Doğu Süryanileri ise Hakkâri, Siirt bölgesinde bulunuyorlardı.

Süryaniler de Hristiyan azınlıkla benzer bir kaderi paylaşıyor. “1915 soykırımı ile beraber Süryani nüfusu yok olma eşliğine getirilirken, beraberinde kültürel, sosyal, ekonomik ve dilsel yıkım getirdi. Bugün baktığımızda ise, Hakkâri bölgesi, Urfa, Siirt ve hatta Diyarbakır’da bile Süryani varlığı yok olurken, Mardin’de dahi çok az bir nüfus bulunmakta” diyor Vergili.

1915 sonrasında Süryaniler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler kadar da şanslı değiller çünkü Süryaniler Lozan Anlaşmasındaki kısıtlı azınlık haklarından da faydalanmıyorlar.

Vergili, “Cumhuriyet politikaları ile beraber, Süryani okulları kapatıldı, Süryani Patriklik merkezleri ülke dışına sürgün edildi, mülklerine el konuldu, bugün Mardin Müzesi olarak kullanılan mekan aslında Süryani Katolik Patriklik merkeziydi. Bununla beraber, dil ve kültürel haklar konusunda da asimilasyon politikaları uygulanarak, Süryaniler köksüz bırakıldı” diyor. Mardin bölgesinde sadece manastırlarda resmî olmayan dil eğitimi veriliyor. İstanbul’da ise Süryanilere ait sadece bir anaokulu var. Bunula beraber, Türkiye’de yayınlanan aylık Süryanice-Türkçe Sabro gazetesi bulunmakta.

Mor Yakup Manastırı Rahibi Sefer Aho Bilecen’e reva görülen muamele bize neyi anlatıyor, diye soruyorum David Vergili’ye. Cevabı ümitvar değil, 2000’lerin başında durum farklı olsa da bugün tüm bu olup biten bir sindirme planı olarak görüyor.

“2000’li yıllar sonrasında diaspora Süryanilerine baktığımızda, Avrupa yoğunluklu hem toplum içinde hem de ülkede ve uluslararası arenada gelişen siyasi, ekonomik ve sosyal gelişmelerle beraber, özellikle Turabdin bölgesi köylerine geri dönüş, kısmi ve temelli, çok konuşulduğunu, tartışıldığını ve bir nevi cesaretlendirildiğini rahatlıkla görüyorduk. Bu temelde, Avrupa’dan geri dönüşler artarak devam etti, evler, köyler restore edildi ve temelli olarak dönenler de oldu. Ancak diğer taraftan, bazı sorunlarında su yüzüne çıktığını gözlemliyorduk. Bürokratik engellemeler, bazı boş Süryani köylerinde yaşayan insanların çıkardıkları zorluklar, feodal yapı kaynaklı girift ilişkiler ve en nihayetinde 2008 civarında ortaya çıkan Mor Gabriel Manastırı arazi sorunu geri dönüşleri sekteye vurdu. Aslında, gerçekleşen ise Süryanilere bir set çekmekten başka bir şey değildi. Daha sonra Diyanet ve Hazine’ye devredilen mal ve mülkler, Şırnak’ta kaybettirilen Diril çifti ve en sonunda Rahip Aho’nun yaşadıkları, bizlere net bir şekilde bölgede Süryanilere tahammül etmeyen bir yapının varlığına işaret ediyor. Rahip Aho’nun yaşadıklarını bu çerçevede değerlendiriyor ve bölgedeki Süryanilere yapılmış bir gözdağı olarak nitelendiriyoruz.” diyor.

“Kapı” filminin sonundaki sahne ve Vergili’nin sözleri aynı duyguyu uyandırıyor bende.

Filmin son sahnesinde, kemikleri bulunan Mikael’in cenaze törenine katılmayan talancı Remzi’nin her zaman yaptığı gibi yoluna çıkan keçileri kovup arabasına bindiğini görüyoruz…

Oysa aile kapıyı ararken yapılan yolculuğu Remzi ile yapmıştı, tüm maceraya Remzi de ortak olmuş, hikayeyi dinlemiş, hatta bir acıyı anlar, kapıyı bulmaları için yardımcı bile olmuştu…

Ama son sahnede Remzi yine aynı Remzi idi. Remzinin kendi anlayışı, kendi doğrusu, kendi pratikleri vardır. Cenazeye gelmek yerine, yeni bir talan arayışındaydı o gün ve ne yazık ki bu talan sürecekti…

Oysa talan ederken gittikçe fakirleşiyordu talancı. Yakup’un, İstanbul’daki talanı hoş gören hatta “ele geçirdikleri” ile gururlanan antikacıya dediği gibi o değerli sayılan eşyalar, sahipleri olmadan bir hiçti…

WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com