İstibdada boyun eğenin ahlâkı olabilir mi?

'El-Kevakibî, istibdat altındaki toplulukların ahlâklı olmalarının mümkün olmadığını şöyle vurgular: "İstibdada boyun eğenlerin bir namusu (ahlâk nizamı) olabilir mi, onlar boynuna tasma takılmış sahibinin nereye isterse çekip götürdüğü hayvanlar gibidir.'

AYHAN TEKİNEŞ 27 Aralık 2020 GÖRÜŞ

Ahlâklı olmak, özgür irade ile gerçekleşen eylemlerimizle alakalı bir hükümdür. Bu sebeple İslam tarihindeki ilk rasyonalist akım olan Mu’tezile, ahlâkı özgür irade üzerinden tartışmıştır. Özgür iradeyi ahlâkın ve eylemlerimizden sorumlu olmanın ön koşulu görmüşlerdir.

Özgürlük ve totaliterlik üzerine yazılarıyla tanınan Abdurrahman el-Kevakibî, istibdat altındaki toplulukların ahlâklı olmalarının mümkün olmadığını şöyle vurgular: “İstibdada boyun eğenlerin bir namusu (ahlâk nizamı) olabilir mi, onlar boynuna tasma takılmış sahibinin nereye isterse çekip götürdüğü hayvanlar gibidir. Onlar rüzgârın önünde uçuşan bir tüy gibidir. Ne nizamları ne de bir iradeleri vardır. İrade nedir? İrade ahlâkın temelidir. İradenin önemini anlatmak için, ‘Allah’tan başka bir şeye ibadet edilmesine izin verilseydi akıllı insanlar iradeye ibadet ederlerdi’ denilmiştir.”

DAHA ÇOK BASKI DAHA ÇOK AHLÂKİ ÇÖKÜŞ DEMEKTİR 

Baskı ve ahlâk arasındaki ilişki, şüphesiz günlük hayatta da karşımıza çıkar. Ödevleri için zorlanan çocuklar, daha fazla çalışmaları için baskı yapılan çalışanların ya da öğrencilerin davranışlarındaki değişim gözlemlendiğinde çoğu zaman verimliliğin değil ahlâksızlığın arttığı görülür. Bu durumda tek çare baskının dozunu artırmak gibi görünse de bu çoğu zaman daha çok baskı–daha çok ahlâksızlık kısır döngüsüne dönüşür. Sonuçta ahlâki değerleri yıpranmış, bezgin ya da riyakâr insan tipleri çıkar karşımıza.

Özgürlük ile kötülük arasında yakın ilişki olduğu açık. Dünyada insan eliyle işlenen kötülüklerin varlığı ise özgürlüğün bir bedeli. Peki, nasıl oluyor da özgürlüklerin kısıtlanması ve zorba rejimler kötülüğün ve ahlâksızlığın kaynağı oluyor? Her şeyi bilen ve hızlı karar alabilen lider, insanlara sürekli iyi ahlâklı olmaları, hatta sigara bile içmemeleri konusunda uyarılarda bulunduğu halde baskıcı tek adam rejimlerinde ahlâksızlık niçin hızla yayılıyor? Bunun cevabı özgürlüğün kısıtlanmasında mı, yoksa yöneticilerin davranışlarındaki tutarsızlıkta mı aranmalı?

HALKI FALKİRLİK İÇİNDE KIVRANAN YÖNETİCİ…

Bir fotoğraf karesi düştü bugünlerde önümüze: Cumhurbaşkanı, bir başbakanı ağırlıyor, muhteşem bir sofra kurulmuş, orkestra eşliğinde yemekler yenip misafirler ağırlanıyor. Halbuki her gün çöpten ekmek ve atık sebze-meyve toplayan insanların fotoğrafları sosyal medyada gündeme geliyor. Ahlâklı Cumhurbaşkanı halkı fakirlik içinde kıvranırken, ‘itibardan tasarruf olmaz’ gerekçesiyle hem kendi konforundan hem de partili yöneticilerin konforlarından fedakârlıkta bulunmaya yanaşmıyor.

Siyasi liderlerin tutarsızlıkları toplumsal yozlaşmanın önemli sebeplerinden birisi şüphesiz. Ancak ahlâksızlığın temel sebebi değil. Temel sebep, otoriter rejimlerin halkı aşağılaması, özgürlüklerini sınırlandırması. Hatta diyebiliriz ki lüks ve konfor gösterisi bile bu aşağılamanın bir aracı olarak kullanılıyor. Makam arabaları, koruma ordusu ve saraylar gibi.

YASAKLANAN HER ŞEY DAHA BİR ARZU İLE YAPILIYOR

Kendi zenginlikleri artarken halkın fakirleşmesi ile halk üzerinde yalnızca siyasi değil aynı zamanda psikolojik bir baskı da kurulmuş oluyor. İşte bu baskıyı kabullenen ve benimseyen milletler zamanla ahlâksızlığı içselleştiriyor ve dual/çift yönlü bir hayat biçimi geliştiriyor. Kendini özgür hissedebileceği alanlar oluşturarak, bu alanları siyasi otoritenin baskı ve gözleminden uzak tutmaya özen gösteriyor. Yasaklanan her şey gizlice ve daha bir arzuyla yapılıyor.

Baskı ve buyurgan dille ilk ergenlik yıllarında tanışan gençler ise iktidarın temsil ettiğini iddia ettiği değerlere karşı bir düşmanlık ya da duyarsızlık geliştirerek kendi özgürlük alanlarını baskı cenderesinden korumaya çalışıyor. Sonuçta toplumsal problemlere ilgisiz, ama ahlâki zorbalığa karşı da kayıtsız bir gençlik ortaya çıkıyor.

WARUM SCHWEIGEN DIE LÄMMER: KUZULAR NİÇİN SUSUYOR? 

Bugün batılı demokrasilere yönelik eleştirilerde ‘güç’ ve ‘hürriyet’ arasındaki balansın bozulması, elitlerin halkın özgürlüklerini çeşitli yöntemler kullanarak sınırlandırma eğiliminde olması gibi argümanlar ön plana çıkmaktadır. Alman psikolog Rainer Mausfeld, halkın elitlerin yönettiği demokrasilerdeki sessizliğini bir sürüdeki koyun ve kuzuların sessizliğine benzetir. “Kuzular niçin susuyor?” (Warum schweigen die Lämmer?) başlıklı kitabında demokrasi ve özgürlük arasındaki ilişkiyi inceler. Demokrasilerde kurumlar vasıtasıyla halk üzerinde oluşturulan dolaylı baskının insanlarda tabii olarak bulunan temel ahlâki normları zedelediğini belirtir. Yönetici elitlerin, demokrasilerde kurumları kullanarak ahlâki normların sistematik ihlalinin farkına varılmasını engellediğinden yakınır.

Güç kullanımı ile ahlâki normlar arasındaki ilişkinin gelişmiş demokrasilerde bile bir problem alanı olarak görülmesi, totaliter tek adam rejimlerindeki ahlaki yozlaşmayı izah için de önemli bir göstergedir. Zira insan baskı ve zorbalığın hiçbir çeşidinden hoşlanmaz. Amerikalı düşünür Noam Chomsky insandaki ‘özgürlük güdüsü’nün (instinct for freedom) doğuştan olduğunu söyler. Bu sebeple insan, tabiatı itibarıyla kısıtlamadan hoşlanmaz.

TOTALİTER REJİMLER BASKIYI PEKİŞTİRMEK İSTER

Totaliter rejimler ise demokrasilerin tam aksine baskının görünürlüğünü simgesel açıdan da pekiştirmek isterler. Baskıcı tek adam rejimlerinin temel hedefi halkı sindirmek ve daha kolay yönetebilmektir. Halkın fakirleşmesi ya da yönetici elitlere karşı öfkelenmesi öncelikli değildir onlar için, birinci derecede önemli olan yönetebilme kabiliyetlerini ve mutlak otoritelerini tahkim etmektir.

Şiddet ve baskı yalnızca hayat konforumuz ve ekonomik durumumuzu etkilemiyor, diktatörlük insan olmanın en temel özelliği olan özgürlüğümüzü ve ahlaklı bir hayat sürebilme imkânımızı da elimizden alıyor.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com