Hayatınızı kutulara doldurmak, yani taşınmak…

İnsanlara bağlandığımız yetmiyor gibi, mekanlara da bağlanıyoruz, hem de ne kadar kolay. Kızım ilk adımını bu odada attı. İlk yürüyen çocuk bizim çocuğumuz gibi sevindik. Saatlerce “gel annene - gel babana” diye diye el kadar çocuğu yorduk bu odada... Kolay mı bu odaya veda etmek?

ALİN OZİNİAN 20 Eylül 2020 YAZARLAR

“Nedense hayatta hiçbir şey bana yer değiştirmek kadar güç gelmemiştir.
Dolaşmayı çok sevdiğim halde, bir evden başka bir eve …
taşınmak, beni her zaman ürkütmüştür.”
Isıtmak İçin, Sabahattin Ali

Anılarımızı kutulara doldurmak, hayatımızı gözden geçirmek, her eşyanın hikâyesi ile yüzleşmek için bir fırsat taşınmak. Hep böyledir, hüzünlüdür bence taşınmanın her türlüsü.

Kitaplar. Aralarına sıkıştırılmış konser biletleri, uçak biletleri, tren biletleri, sinema biletleri, tiyatro biletleri. Okunmuş kitaplar, birkaç kere okunmuş kitaplar, hiç okunmamış kitaplar. Minik notlar, kartpostallar, kartvizitler. Hızlıca yazılmış telefon numaralarının olduğu kağıt parçaları; aramış olsaydık şimdi başka bir hayatımız olurdu belki de dediğimiz…

Ya fotoğraflar, en vurucu olanlar onlar. Her fotoğrafa baktığımda bir fon müziği çalmaya başlıyor. Deliriyorum belki de.

Doğduğum evin fotoğrafı. Annemin kucağındayım, ne kadar genç annem. Keşke daha az kızsaydım, kızdırsaydım, kırsaydım annemi… Meğer annem, çocukken çocuk bakmış, anne sandığım 20 yaşında küçük bir kız çocuğuymuş. “Öyle uzak ki yerim uzakları aşıyor / Bütün özlediklerim benden ayrı yaşıyor / Ya her şeyim ya hiçim / Sorma dünyam ne biçim / Bir kördüğüm ki içim / Çözdükçe dolaşıyor.”

Unutulmuş kıyafetler, sevilmemiş elbiseler, küçülmüş kot pantolonlar, giymekten yıpranmış, rengi atmış ama yeni hayatımda yine de benle gelecek t-shirtler… Yıpranıyorsa giyecekler, sizi çok mutlu ve rahat ettirmiştir demektir, onları bırakmak olmaz, yakışık almaz.

Bir fotoğraf daha, lise arkadaşlarıyla! Sınıfta üst üste yığılmışız, ağzımız bir karış açık, kim bilir yine ne ipe sapa gelmez bir şeye gülüyoruz. Ne çok gülerdik! Bu ekip tekrar yan yana gelsek yine bu kadar gülebilir miyiz acaba. “Ah ne kahraman ne cesur / Ne güzel çocuklardık / Her yeni günü ümitle / Nasıl kucaklardık / Ah kaldırımlar biliyor / Bir devir muhteşemdik / Güz güneşinden hüzünlü / İlk yazdan şendik.”

Hayatımızı ve anılarımızı alarak yeni bir mekana göç etmek demek taşınmak. Diğer yanı ile de bir tasfiye aslında… İnsan ister istemez terketmeye hazırlandığı eve ilk geldiği günü hatırlıyor. Odaları dolaşırken aklından geçenleri. “Şurası çalışma odası olsun, masamı buraya koyarım, diğer taraf sessiz, orası da yatak odası olur. Mutfak güneş alıyor ne güzel! Neler pişiririm ben bu mutfakta! Salon ne kadar da geniş, harika! Ne sofralar kurarız dostlarla!”

O heyecan artık yerini hüzne bırakıyor, gidiyoruz çünkü artık buradan. Nereye gittiğimizin hiç ama hiç önemi yok. İlk başlarada bu kadar heyecen veren bir “şeyi” terketmeye hazırlanıyoruz. Hiç yadırgamadan, hiç gocunmadan…

Sebepler, hedefler ve amaçlar var pek tabi ama ne fark eder, insan böyle değil mi hep? Başlarda heyecandan başını döndüründen bir gün rahatlıkla kendi rızası ile vazgeçmiyor mu?

Yine kendi şarkısı ile gelen bir fotoğraf. “O olmazsa ölürüm, yaşayamam ben!” sanılan yaşlar. Kadıköy- Beşiktaş vapuru. Açık kısımda sarılmış aşıklar. Ne gençler, ne güzeller, ne tazeler, hiç haberleri yok oysa. “Aramakmış oysa sevmek / Özlemekmiş oysa sevmek / Bulup bulup yitirmekmiş / Düşsel bir oyuncağı / Yalanmış hepsi yalan / Sevmek diye bir şey varmış / Sevmek diye bir şey yokmuş.”

Başka bir fotoğraf, başka bir gönül sızısı. Hatırladım bugünü! Osmanbey’den Beşiktaş’a yürümüştük. Konuşa konuşa durmadan yürümüştük, farketmeden. Sonra da bu fotoğrafı çektirmiştik. O kadar yürümüşüz ama yüzümüz hiç yorgun değil! “Hatırla kalbim / Büyük uykumuzda yaşayan şeyler / Hatırla kalbim / Bir daha olmayacak şeyler / Yeniden olacak şeyler / İyi ki olmuş şeyler / Hatırla kalbim.”

Kutular var heryerde. İçlerinde özenle sarılmış eşyaların olduğu bir sürü kutu. Mutlaka bir kaçı kırılacak ve biz yeni mekanda onları açana kadar hangisinin kıralacağını hiç bilemeyeceğiz. Belki de kırılmaz hiç biri? Yok, kırılır. Birkaçı mutlaka kırılır…

Taşınmalar cenazelere benziyor biraz. Komuşular üzülüyor. Arkadaşlar geliyor yardıma; eş dost. Ölünün ardından konuşur gibi özlemle “Çerkez tavuğu yapmıştın hani ilk geldiğimiz gece, ne yemiştik, ne eğlenmiştik” diyor biri… Yine yaparım, demek geliyor dilimin ucuna, demiyorum. Aynısı olmaz çünkü. Belki daha iyi olur, belki daha kötü ama aynısı olmaz.

Bu fotoğraf soğuk bir kış sabahı çekilmiş. Her yer kar, sınav sabahı neden fotoğraf çektirmişiz acaba. Üniversite’nin 3. yılı olmalı. Son bir hafta neredeyse hiç uyumamıştım, çok çalışmıştım. İyi geçmişti sınav. Demek ki yıllar sonra bakıp, uykusuz geceleri hatırlayalım diye çekilmiş. “Hani eski bir resme bakarken / Hani yılları sayar da insan / Hani gözleri dolar ya birden / İşte öyle bir şey…”

Bu kolilerden, evin ortasına yığılan bu sayısız kutudan, tabuttan ürker gibi ürküyorum ben. Sevmiyorum ben taşınmaları. Sevmiyorum gitmeleri. Veda edemiyorum çünkü kopamıyorum, bitti diyemiyorum. Giderken bir tarafım orada kalıyor, giderken hep eksiliyorum sanki.

Bir fotoğraf daha, yeni doğmuş bir bebek. Ben doğurmuşum! Dünyanın en güzel, en masum bebeği olmalı. Biraz önce karşımda durup bıcır bıcır konuşan, çalışma masasının kendi istediği renk olması için zorlu bir tartışmadan alnının akı ve zaferle çıkan 8 yaşındaki kız, şu yeni doğmuş, süt kokulu şeydi demek. “Herkes bir şey aldı götürdü benden / Kimi umutlarımı, kimi inançlarımı / Kimi en güzel duygularımı / Sen başkalarına benzeme sakın / Hep böyle kal hep cana yakın / Sen başkalarına benzeme sakın / Hep böyle kal, hep böyle kal / Hep bana yakın…”

Kutuları düzenlerken, bir sürü anıya çarptım. Başımı gözümü vurdum, yaralarım kanadı, biraz da canım acıdı. Yok, aslında çok canım acıdı. Gerçekleşmemiş hayallerin yanından geçtim, içim burkuldu. Gerçekleşenlerin düşündüğüm kadar mutlu etmediğini gördüm, bir üşüme geldi o an…

Ama en çok özledim. Eski günleri özledim. Geri getirmeye hiçbirimizin gücünün yetmediği, kıymetini, sihrini bilmediğimiz o günleri. O yüzden o anılara ait eşyaları çok dikkatlice sardım, hem incinmesinler, hem incitmesinler diye…

Eskiden çok dostum varmış. Fotoğraflardan öyle anladım. Gezmişiz, tozmuşuz, yemişiz, içmişiz. Birlikte ağlamışız, birlikte gülmüşüz. Ama bu fotoğrafta mesela, ben ağlarken gülenler de var, hatta gülmek için beni ağlatanlar. Artık az dostum var… “Her kelime yalan / Her yürek vefasız / Can üzgün perişan / Can suskun kararsız / Çek git diyor şeytan / Git sessiz sedasız / Ve gittiğin zaman / Sanma ki ağlayıp sızlarlar ardından… ”

İnsanlara bağlandığımız yetmiyor gibi, mekanlara da bağlanıyoruz, hem de ne kadar kolay. Kızım ilk adımını bu odada attı. İlk yürüyen çocuk bizim çocuğumuz gibi sevindik. Saatlerce “gel annene – gel babana” diye diye el kadar çocuğu yorduk bu odada… Kolay mı bu odaya veda etmek?

Bu sehpa misal – yeni eve gelmeyecek. Daha güzelini aldık ama yeni sehpada 10 sene boyunca içtiğimiz çay, kahve, rakı ve şarap bardaklarının izi yok. Bunu düşünürken mutfaktan gelen kendi sesimi duyuyorum birdenbire “Bardak altlığı koy, iz yapıyor!” sonra içerden gelen diğer sesi “Tamaaaammm!!”.

Tamam denip hiç konulmayan bardak altıkları ve çoğalan bardak izleri. Olmasını istemediğim, uğruna kavgalar çıkardığım bu bardak izlerini de mi özleyeceğim yani? Hepsini bırakıyoruz bu evde…

Olsun, diyorum derin bir nefes alıp. Yeni sehpalar, yeni izler olacak diye düşünürken kutuya girmekten kaçan birkaç kitap gözüme takılıyor. Konstantinos Kavafis’in şiir kitabı duruyor en üstte. Bana bakıyor kitap, dik dik gözlerimin içine.

Duyuyorum ne dediğini Kavafis’in, iki damla yaş düşüyor gözlerimden biraz sonra terk edeceğim sehpanın üzerine…

“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma –
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de”