Hapishanede kadın olmak: Tırnak makasıyla kesilen saç, buzdolabı poşetinde ısıtılan süt ve pilates…

Hapishanedeki kadınlar neler yaşıyor? Mesela saçlarını kestirmek istediklerinde ne yapıyorlar? Spor yapabiliyorlar mı? Sıcak kahve içmek istediklerinde nasıl bir çözüm buluyorlar? Günleri nasıl geçiyor? Dünya Kadınlar Günü’nde Yonca Kaya Şahin’in kaleminden cezaevi günlükleri…

KRONOS 07 Mart 2021 GÜNDEM

YONCA KAYA ŞAHİN, GAZETECİ

Geçtiğimiz günlerde Twitter’daki çok eski bir takipçimden bir mesaj aldım. Selam, hal-hatır sorma faslından sonra “Uzun zamandır görünmüyordunuz, neredeydiniz?” diye sordu. Onun “uzun zaman” dediği benim için bir ömre denkti ama uzatmamak için kısaca “hapisteydim” diye cevap verdim. Önce şaşırdı, ardından “Hâlâ orada mısın?” diye sordu. Tabii bir şaşkınlık yaşadım ama sonra bilmeyenlerin hapishaneyi dizilerde ve filmlerde anlatıldığı gibi zannettiğini anladım.

Filmlerde ve dizilerde anlatıldığı ya da gösterildiği gibi bir yer değil hapishane. Dışarıdakiler içeride olanlar üzülmesin diye çok şeyi sakladığı gibi, hapiste olanlar da dışarıdakiler üzülmesin diye çok şeyi anlatmıyor.

A4’TEN TAKVİM

Hapisten çıktıktan sonra içerideki arkadaşlarım için ne yapabilirim diye düşünürken aklıma ajanda göndermek geldi. Ama tabii hapishanedeki birine kafanıza göre bir şey gönderemezsiniz. Gönderseniz de sahibine ulaştırmazlar zaten. Hapishanede takvim olmadığı için arkadaşlar A4 kâğıtlarına takvim çiziyor, kendilerince önemli notları çizelgeye not ediyor, ay bitince de dosyalarına ekliyorlar o bir aylık takvim sayfasını. Hapishaneyi aradım, “Arkadaşlarıma ajanda göndermek istiyorum, mümkün mü?” diye sordum. Memur, “Bir bakayım” dedi ve biraz beklettikten sonra, “Mahkuma verilebilecekler arasında ajanda yok” diye cevap verdi. Hapishanenin ne demek olduğunu bir kez daha idrak ettim o an. Her şeyden mahrum edilmek. En temel şeylerden bile…

Yeri gelmişken söyleyeyim, televizyonlardaki dizi ve filmlerde mahkumlara ailesinin getirdiği eşyalar da gerçeği yansıtmıyor. GErçekte her şey sınırlı, hatta fazla sınırlı. Mesela iki pantolondan fazlası yasak, tişört gibi üste giyilen kıyafetler de en fazla dört adet olabilir. Geçenlerde bir dizide mahkum yakını memura eşyaları teslim edince memur saymaya başladı, “Sekiz eşofman takımı, altı kazak…” Güldüm.

KAĞIT VE METAL PARAYI BİR GİRERKEN BİR DE ÇIKARKEN GÖRMEK

Bu sınırlandırmanın da bütün sınırlandırmalar gibi bir mantığı var elbette… İlginç kısıtlamalardan biri de değerli takı yasağı. Mesela değerli saat kullanımı yasak, evliler için sadece altın yüzüğe izin var, diğerlerine yok. Hırsızlıktan mahkum olanların hapiste işini yapmaya devam etmesine engel olmak elbette amaç. Size hapisteki uygulamalardan en az bilinenini söyleyeyim: Mahkumların ellerinde hiç para olmaz. Nasıl yani, dediğinizi duyar gibiyim… Cezaevine girişte üzerlerindeki değerli takılar emanete alınarak ailelerine teslim ediliyor, paraları da onlar adına açılan hesaba aktarılıyor. Kantin, manav, elektrik faturası gibi harcamaların ödemesi o hesaptan mahkumun imzası karşılığında alınıyor. Yani hapse giren insan kâğıt ya da metal parayı bir daha ancak çıktıktan sonra görebiliyor.

Kantin demişken, onu da anlatayım… Kantin deyince herkesin kafasında okul, hastane kantini gibi bir şey canlanıyor muhtemelen. Şaşıran çok olacaktır ama hapishanedeki kantin öyle bir şey değil… Bir kantin listesi var, bir de talep formu, yani bir nevi dilekçe. O listeden istediklerini yazarak bir dilekçe oluşturuluyor, kantin günü geldiğinde istenenler teslim ediliyor. Tabii paranız varsa… Gerçi paranız çok olsa da istediğiniz kadar harcayamıyorsunuz, onun da bir sınırı var.

Tutuklanıp cezaevine götürülünce aramalar, kayıt, parmak izi alınması derken sıra koğuşumun belirlenmesine geldi. Rutin soruyu sordular: Yanında olmak istemeyeceğin hasmın ya da birlikte kalmak istediğin yakının var mı? Koğuşların huzuru için gerekli bu bir yerde. Yok, deyince koğuşumun önceden belirlendiğini anladım. “B-3” dedi biri beni götürecek memura… “Temiz insanlar” dedi memur beni koğuşa götürürken.

OY ÇOKLUĞUYLA KARAR VERİLEN DİZİLER…

Kapı açılınca onlarca gözle karşılaştım. En fazla on kişi için planlanmış küçücük bir yerde 22 kadın… Kimisi üç- dört yıldır orada kimi iki ay önce gelmiş… İki plastik masa etrafına toplanmışlar, çay içip, dizi izliyorlar. Sonradan öğrendim, herkes aynı diziyi izlemek istemiyor elbette ama tek televizyon var. Kendi aralarında oylama yapıyor, çoğunluk hangisini seçerse akşam o diziyi izliyorlarmış. Her akşam için belirlenmiş diziler varmış, oy çokluğuyla tabi. Hafta sonu TRT 2’nin yayınladığı güzel film varsa mutlaka o izleniyormuş.

HİÇ KİMSENİN DUYMADIĞI VE OKUMADIĞI YAZAR OLMAK!

Beni bir sandalyeye oturttular, kimsin necisin diye sordular. Anlattım olanı biteni, mahkemeyi… Aa yazar mısın diye sordular, şaşırarak. Yazdığım yazılardan dolayı tutuklanmıştım güya ama kimse beni tanımıyordu. 22 kişiden biri bile bir yazımı okumamıştı… Tamam ünlü biri değildim ama o kitlelere hitap eden yazılar yazdığım iddiasıyla tutuklama istemişti savcı. Savcı o an orada olsa ve yazdığım yazıların kimseyi etkilemediğini görse tutuklama istemezdi bence…

Yanımda hiçbir eşyamın olmadığını fark eden arkadaşlar hemen organize olmuşlar, çarşaf, nevresim, battaniye, pijama ve hatta diş fırçasını bile hazırlamışlardı. Tıka basa dolu koğuşta yatacak ranza olmadığı için yerde yatacaktım. Gençlerden bir arkadaş ranzasını vermek için ısrar etti ama hakkım neyse o diyerek reddettim. Normalde bir tıkırtıda uyuyamayan bir insan olarak uyku saati, huyu suyu farklı onlarca insanla aynı yerde uyumak zordu ama beden belli bir yerden sonra yenik düşüyor onca yorgunluğa… Gece nöbeti tutuyorlarmış, teheccüde ve sabah namazına kalkmak isteyeni uyandırmak için. Bir sürü kişinin bir sürü alarmı çalmasın diye…

Zor bela geçen gecenin sabahı mazgaldan “Hanımlar sayııııım” diye bağıran memurun sesiyle başladı. Hava buz kesiği, yatak sıcaklığı bedendeyken sayım için 23 kişi avluya dizildik… Sağ baştan say diyor sayım saati koğuşu dolduran memurlar. Bir, iki, üç… Yirmi iki, yirmi üç… Memurlar “Allah kurtarsın” deyip gidince bazı arkadaşlar uyumak için yeniden yataklarına gittiler. Gecesinde uyumakta zorlanırken sabahında uyumak imkânsızdı benim için…

BUZDOLABI POŞETİNDE ISITILAN SÜT…

Uyanık olan arkadaşlardan birine kahve içip içemeyeceğimi sordum. Bana kahve ve süt verdi ama sütü nasıl ısıtacağımı sorunca, kendilerinin sütü soğuk kullandıklarını söyledi. Her şeyi buzdolabı poşetine koyup, kaynayan su ısıtıcısının içine koyduklarını görünce, sütü de yapabilir miyim acaba diye düşündüm. Yarım çay bardağı kadar sütü poşete koydum, ağzını bağladım ve su ısıtıcısının içine koydum. Isındığına kanaat getirince aldım ama bu sefer de bardağa boşaltma sorunu ortaya çıktı. Evde olsa makasla ucuna bir kesik atar bardağa dökersin. Ama mahkumiyet her alanda malum, makas yok. Bıçak diye 80’lerde hemen her evde olan minik meyve bıçağı var, o da küt burunlu… Zor bela bir kesik attım poşete ama bardağa denk getirene kadar, yarım çay bardağı sütü bütün tezgâha ve yere döktüm. Yerleri temizleyeyim derken bardağa denk gelen birkaç damla süt de soğumuştu zaten… Bir gün telefonda konuşurken küçük kızım “Evdeki gibi her sabah kahve içiyor musun?” diye sorduğunda süt ısıtma daha doğrusu ısıtamama macerama birlikte gülmüştük.

Kahvaltıyı isteyen bireysel, isteyen gruplar halinde yapıyormuş. Grupla yapmak isteyenler kahvaltı malzemelerini birlikte alıp kahvaltıyı nöbetleşe hazırlıyorlarmış. Yemeği yalnız yemeyi sevmeyenlerdenim. “Grup için üzerime düşen neyse yapayım, alayım, beni de dâhil edin” dedim, bu konuyu soran arkadaşa.

PİLATES HOCASI

Kahvemi içtikten sonra kahvaltıya daha epey bir süre olduğu için yine diğer bir sabah rutinim olan pilatesi yapmak istedim. Pilates için mat, top, lastik gibi gereçlere ihtiyaç var normalde. Ama tutuklanmadan önce uzunca bir süre spor salonuna gitmiştim. Saydığım malzemelere ihtiyaç duyulmayan hareketlerin, özellikle ayakta yapılanlarını belirli bir sırayla yaptım avluda. Ranzaların olduğu bölümde insanlar uyuduğu, alt bölümde de temizlik yapıldığı için sadece avluda yapabildim. Soğuk da olsa, malzeme eksik de olsa spora, yürüyüşe devam ettim. Ağır bir cezaya mahkum edilmişken yapabileceğim şeylerden kendimi mahrum etmek daha fazla cezalandırılmak demekti. Hapishane şartlarının izin verdiği ölçüde rutinlerime devam ederek iyi olmaya gayret ettim.

Birkaç gün sonra arkadaşlar “Bize de yaptırabilir misin, birlikte spor yapsak” dediler. İlk önce bir iki kişi, sonra daha çok kişinin katılımıyla pilatese başladık. Yaşça büyük bir abla vardı koğuşta, eşi de hapisteymiş. Telefonda eşi ona “Yemene içmene dikkat et, spor yap, bırakma kendini” deyince o da “Koğuşa pilates hocası geldi, pilates yapıyoruz birlikte” demiş. Bana bunu anlatınca gülerek, “Aşk olsun size. Yüksek lisans mezunu tarihçiyim, öğretmenim, üstelik yazar olduğum için tutuklamışlar beni, siz de beni pilates hocası yaptınız,” dedim. O sırada bizi dinleyen diğer bir arkadaş “E ben de anneme pilates hocası diye anlattım sizi” deyince hep birlikte güldük.

Temizlik nöbetçisinin işi bitince kahvaltı nöbetçisi devralıyormuş mekânı. Mekân dediğim 35- 40 metrekare yer… Kimin hangi saatte kahvaltı yapacağı, avluda kimin hangi saatte yürüyeceği, banyoyu kimin hangi saatte kullanacağı hep kurallara bağlanmıştı. Hapishane idaresinin koyduğu kurallardan daha fazla ve daha yorucuydu bazıları. Çok uzun süre kalanlar kendilerini birçok konuda daha fazla hak sahibi olarak görüyor, yeni gelene yardımcı oldukları kadar da “O da çeksin payına düşeni” diyorlardı belki de içten içe…

YORGUN KADINLAR…

Hükmü onaylanan, mahkemesi devam edip çıkma umudu olanın umuduna ortak olamıyordu istemeden… Yorgundu oradaki kadınlar. Üzülmekten, düşünmekten, hüzünden, kırgınlıktan ama en çok da umut etmekten yorgundular. Öyle ki umutlu insana tahammülü kalmamıştı bazılarının. Umudu bitenin kimseye tahammülü de kalmıyordu, minneti de. Kırar mıyım endişesi de bitiyordu demek ki zamanla, zira kimileri kırmakta çok hoyrattı…


 

Oraya oturma, onu alma, şunu yap, bunu yapma, ayağını oraya koyma, elini buraya koy gibi emirden bozma kısa cümlelerle hapishaneyi daha da çekilmez hale getiriyorlardı bazı kendinden yorulmuşlar… İlk bir iki ay hapiste olmayı anlamaya çalışmak ve bunu zihnen reddetmekle geçti. Alışmak kabullenmektir, alışmayacağım dedim… Aylar geçti, şartlar değişmedi… Alıştım belki de. Bilmiyorum.

KUAFÖRLÜK “HİZMETİ”

İlk günlerden biriydi, koğuşun kapısı açıldı, bir memur isimleri saydı ve “Hazırlanın birazdan alacağım sizi” diyerek gitti. Gidince arkadaşlara memurun ne için geldiğini sordum. Meğer kuaförlük hizmeti varmış. Çok şaşırdım ve sevindim. Sevincim uzun sürmedi tabi, kuaför deyince aklınıza gelen hizmetlerden sadece biri varmış meğer, o da saç kesimi… Malum koğuş kalabalık, banyo tek, havalar soğuk, imkânlar fazlasıyla kısıtlı olunca, saçını kestirme ihtiyacı hissediyor kadınlar… Hapishane acemisiyim bir de, “Ben de gelebilir miyim, saçımı kestirmek istiyorum” dedim memura. Sağ olsun acemiliğimi yüzüme çarpmadı, “Liste önceden alındı ama yine de senin için soracağım” dedi. Kabul edilmedi elbette… Sonra bir daha talep dilekçesi de yazamadık zaten, çünkü pandemi başlamıştı. Pandemi kısıtlamaları sokaklardan, okullardan önce hapishanelerde başladı, zaten yüksekti duvarlar, daha bir aşılmaz oldu o günlerde.

75 METREKAREYE SIĞAN 22 KİŞİ

Hafta sonu kısıtlamalarına sinirlenen insanları televizyonda gördükçe itiraf edelim biraz güldük. Kısıtlamaların insanların psikolojisini etkilemeye başladığını söyleyen uzmanları dinledikçe içten içe alay etmiş olabiliriz. Zira bizim gibi hapisteki insanlar haftada bir olan kapalı görüşlerinden, ayda bir olan açık görüşlerinden mahrum kalmışlar, kantin, manav, dış kantin gibi en basit ihtiyaçlarına bile kısıtlama getirilmişti. Mesela biz 22 kişi 75 metrekarelik koğuştan aylarca çıkamadık. Haftada bir onar dakikalık telefon görüşü için çıktığımız koridor haricinde… Yeri gelmişken onu da söyleyeyim, filmlerdeki gibi kartlı telefonun önünde arka arkaya dizilmiyor mahkumlar. Sırasıyla alınıyorlar, bir mahkum koğuşuna gidince diğeri geliyor telefona…

TIRNAK MAKASIYLA SAÇ KESTİRME

Demiştim ya, pandemi başlayınca kuaför de yalan oldu tabii. Makas verseler saçımızı kendimiz keseceğiz, onu da vermiyorlar… Makası neden vermediklerini az çok tahmin etmişsinizdir, yine de söyleyeyim, gerçek mahkumlar (!) birbirine zarar vermesin diye… Koğuşumuzda bir de Mehmet Akif var. Saçları uzamaya ve rahatsız etmeye başlayınca annesi “Ne yapabiliriz?” diye sorunca becerikli bir arkadaş, “Tırnak makasıyla kesebilir miyiz acaba?” dedi. Nasıl olur, çocuk durur mu derken Akif’i sandalyeye oturttular. Bildiğiniz büyük çöp poşetini delip kafasından geçirerek kuaför örtüsü yaptılar. Biri oyaladı, biri tırnak makasıyla kırt kırt kırt kesti Akif’in saçlarını. Komikti ama çocuk rahatlamıştı.
Ertesi gün mektup günüydü, ben de gördüklerimi küçük kızıma yazdığım mektupta anlattım.

‘BİZ BİR ÇOCUĞA BAKAMIYOR MUYUZ?’

Malumunuz mahkuma gelen ve mahkumun gönderdiği bütün mektuplar önce görevli memur tarafından okunuyor, sonra kopyası UYAP’a eklendikten sonra gönderiliyor/mahkuma veriliyor. O sabah memur demir mazgaldan seslendi, “Yonca Şahin başmemur görüşü. Hazırlan beş dakika sonra alacağım.” Acemi mahkum olarak arkadaşlara sordum, neden diye… Anlam veremedim ve hazırlandım. Memur refakatinde başmemurun odasına gittim. 60’larına merdiven dayamış, babacan bir adama beni işaret ederek, “Yonca Şahin” dedi. Başmemur bana “Ne iş yapıyorsun?” diye sorunca kastını anlamadığım için “Ev hanımıydım” dedim. “Bunu sen mi yazdın?” diye masanın üzerine yan yana dizilmiş, o sabah gönderilmesi için verdiğim mektupları gösterdi. Bana ait olduğunu onaylayınca bu sefer “Kime yazdın?” diye sordu, mektuplardan birini eline alarak. Kâğıdı aldım, çevirdim, baktım, “Kızıma yazmışım” dedim. Bu sefer mektuptan bir bölümü işaret ederek “Bunu neden yazdın?” diye sordu. İşaret ettiği Akif’in saçının tırnak makasıyla kesildiğini anlattığım bölümdü. Neden anlatmayayım diye ben sordum bu sefer. “Biz burada bir çocuğa bakamıyor muyuz?” dedi memur. Başıma ne geleceğini bilmez halde korkuyla geldiğim memur odasında yine yazdığım bir şeyle ilgili sorguya çekilince içten içe kendime güldüm. Sonra, “Başka hapishane görmedim doğrusu ama arkadaşlar buranın çok iyi bir hapishane olduğunu söylediler” deyince ortam biraz yumuşadı. “Annesi avokado alınmasını istemişti, dış kantinden (dış kantin, mahkum dilekçesiyle talep edilen ürünlerin müdürlük onayıyla dışarıdan memur tarafından alınması işlemi). Valla ben hayatımda avokado yememişim. Sırf bebek için istendi diye onu bile aldırdık,” deyince kahkaha atarak uzaklaşmak istedim oradan… İşimiz bitti sanıyordum ama “Bu mektubu yeniden yaz” dedi bana başmemur. Yazamam deyince, “Karala o zaman, üstüne de -ben karaladım- diye not düş” deyince “İmza da atarım siz hiç merak etmeyin” dedim.

Bu arada daha uzunca bir süre makas verilmeyeceğini anlayınca, Akif’in saçını kesen arkadaş isteyen herkesin saçını tırnak makasıyla kesmeye devam etti..

Hamiş: 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde hapishanedeydim. Kadın mahkumlara açık görüş hakkı vermişlerdi. Arkadaşların dediğine göre ilk kezdi bu. Sonrasında pandeminin ve yasaklarının başlayacağını bilemiyorduk. Bilsek daha bir sıkı sarılırdık sevdiklerimize. Zira o günden 3 ay sonra görebildik en sevdiklerimizi,evlatlarımızı, evladı olduklarımızı. Bayramdan sonraydı ama bizim için bayram o gündü…Onda da dokunamadan, koklayamadan, öyle uzaktan, cam ardından. Hâlâ hapiste olanlar tam bir yıldır sevdiklerine dokunamıyorlar, kim bilir daha ne kadar dokunamayacaklar…


NOT: Bu yazı gazeteci Yonca Kaya Şahin’in kişisel blogundan alınmıştır.

 

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com