Göç halkaları

Sürgün yazısı, parçalı yazıdır. Nasıl sürgünün yaşamı tamamlanmış değilse, yazısı da tamamlanmış değildir.

CAN BAHADIR YÜCE 02 Ocak 2021 YAZARLAR

Bir göçmen/sürgün, yabancı bir kentte, elinde valiz, omuzları düşmüş, bir taş binanın kapısına doğru ilerler.

Geçen yılın bende en çok iz bırakan kitabı* bu sahneyle açılıyor.

Kimdir o göçmen? 1400’lerin ortasında İstanbul’dan Roma’ya kaçmış Bizanslı bir bilgin olabilir ya da 1930’larda Almanya’dan İstanbul’a sığınan bir akademisyen, bugün Avrupa kapılarında bir Suriyeli, yersiz yurtsuz bir Kürt, göçmen teknesinde yer bulabilmiş bir Afrikalı… O sahnede sanki bütün bir göç/sürgün tarihi saklı.

Daniel Mendelsohn kitabında halkalar gibi iç içe geçmiş sürgün öyküleri anlatıyor. Hem eleştiri hem anı denebilecek kitabın merkezinde bir edebiyat sorusu var: İki anlatı geleneğinden hangisi üstündür: Döngüsel (halka) anlatı mı, eksiltili anlatı mı?

Döngüsel anlatı, hikâyenin bir daire çizip başladığı yere dönmesidir. Bu teknik Homeros’la başlamıştı. Bir sürgün öyküsü olan Odysseus, halka anlatının doruk örneğidir: Kahraman uzun yolculuğunun sonunda başladığı yere geri gelir, ara hikâyelerle döngü tamamlanır. Hikâye düz ilerlemez, bir daire çizer. Başa dönülür—tıpkı Penelope’nin gündüz diktiğini gece sökmesi gibi. (Eski Yunancada “dikiş”le “hikâye anlatmak” arasındaki etimolojik ortaklık Homeros’un ustalığını gösteriyor.)

Kitap Homeros’la başlıyor ve bir Fransıza uzanıyor: Yunan ozandan yüzyıllar sonra, François Fénelon adlı bir papaz, çok etkilendiği Odysseus destanını romanlaştırır. Fénelon’un romanı çağının en popüler yapıtlarından biri olacaktır. Fénelon ülkesinden sürülür, gittiği Alman topraklarında bir Fransız lisesi kurulmasına öncülük eder.

Sonraki halka İstanbul: On dokuzuncu yüzyılda Yusuf Kâmil Paşa, Fénelon’un romanını Tercüme-i Telemak adıyla Türkçeye çevirir. Paşa’nın konağı ölümünün ardından İstanbul Üniversitesi’ne devredilecek, edebiyat fakültesinin bir bölümü olarak yıllar sonra bir sürgünü ağırlayacaktır. O sürgün, Fénelon’un kurduğu Fransızca eğitim sisteminden yetişmiş bir Alman Yahudisi, Eric Auerbach’tır. Nazilerden kaçıp sığındığı İstanbul’da, o binada başyapıtı Mimesis’i kaleme alır.

Canalıcı soru Auerbach’ı da ilgilendirmişti: Homeros’la başlayan döngüsel anlatı mı üstündür, yoksa Semitik gelenekteki eksiltili anlatı mı? Auerbach Mimesis’te iki anlatı biçimini karşılaştırıyor, Semitik geleneği yeğliyordu. Ona göre Semitik gelenekteki eksiltili anlatım (örneğin Zebur’da) bir gerçeklik duygusu uyandırır. Çünkü bir metinde söylenmeden geçilen şeyler, söylenenler kadar önemlidir.

Auerbach sürgünde, belki Avrupa dillerindeki birçok kaynağa erişimi kısıtlı olduğu için kitabını parçalı yazı biçiminde kaleme almıştı. Aradığı metinlere ulaşamayınca belleğine güveniyordu.

Şunu mu demek istiyordu Auerbach: Sürgünde böyle yazılır, parçalı, eksilterek…

Sürgün yazısı, parçalı yazıdır. Çünkü sürgün biraz da boşlukları doldurmaktır. Bir aporia halindedir sürgün kişi: Gideceği yönü bilemez. Bu yüzden daire çizmez, açık kalan halkaya benzer. Nasıl sürgünün yaşamı tamamlanmış değilse, yazısı da tamamlanmış değildir. Belki kendi deneyiminin de etkisiyle Auerbach döngüsel anlatıya güvenmiyor, eksiltili anlatının üstünlüğüne, yani Kutsal Kitap’ın anlatımının Homeros’tan daha sahih olduğuna inanıyordu. 

İki anlatı tekniğini buluşturansa yirminci yüzyılda Alman yazar W. G. Sebald oldu. Kitabın son halkası Sebald ülkesinden utandığı için gönüllü sürgün olmuş, yıllarca İngiltere’de yaşamıştı. Göç etmek, uçup konmak, gezinip durmak, sürgün olmak romanlarında yinelenen izleklerdi. Sebald da döngüsel anlatı tekniğini kullandı ama halkalar onda açığa çıkarmak değil örtmek için vardı.

Her şey birbiriyle bağlantılı: Homeros halka anlatı tekniğini icat ediyor ve bir sürgün destanı yazıyor, hikâye çağlar sonra Fénelon tarafından romanlaştırılıyor, romanı Türkçeye çeviren Yusuf Kâmil Paşa’nın konağı bir sürgüne yuva oluyor, o sürgün akademisyen başyapıtı Mimesis’i orada yazıp anlatı tekniklerini karşılaştırıyor, bir Alman romancı iki tekniği birleştiriyor ve bütün bunları anlatan, elimizdeki kitabın yazarı Daniel Mendelsohn’un yolu bir gün o Alman romancının, Sebald’ın roman kişileriyle kesişiyor.

Kitabın başında, elinde valizle bilmediği bir kentte yürüyen göçmeni kitabın sonunda İstanbul’da, denize bakarken bırakıyoruz.

Mendelsohn bu metni Virginia Üniversitesi’nde bir konuşma olarak sunmuş. Sonra bir gün, İstanbul’dan aynı üniversiteye giden bir başka göçmen kitabı okuyor, “Göç Halkaları” diye bir yazı yazıyor.

Halka tamamlanıyor.

 

* Three Rings: A Tale of Exile, Narrative, and Fate – Daniel Mendelsohn, University of Virginia Press, 2020.

WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com