AYM’nin HDP kararını, Erdoğan’ın siyasi pazarlıkları belirleyecek

Dr. Selami Er, AYM'nin raportör görevlendirdiği HDP iddianamesini yazdı: AYM'nin vereceği karar, Erdoğan'ın bu davanın arkasında ne kadar duracağına, siyasi pazarlık olarak kullanılıp kullanılmayacağına bağlı olacaktır. Zira ortada bir iddianame değil siyasi saiklerle yazılmış bir belge bulunmaktadır.

SELAMİ ER 30 Mart 2021 GÖRÜŞ

2021 Mart’ı birkaç gün arayla üst üste şok edici haberler ile kamuoyunun meşgul olduğu bir ay oldu. Türkiye İstanbul’da Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerce yapılan toplantı sonrasında imzalanan ve Avrupa Birliği’nin de imzacısı olduğu kadınlara yönelik şiddeti önlemeyi amaçlayan İstanbul Sözleşmesi’nden ayrıldığını, hukuken uygunluğu tartışmalı bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile duyurdu. Üstelik Sözleşme’nin imzalandığı 2011 yılında yine AKP iktidarda ve yine Erdoğan oldukça güçlü bir konumda idi. Sözleşmenin adının İstanbul olması ve Türkiye’nin ilk onaylayan devlet olması olayı daha da anlaşılmaz hale getiriyor.

İNSANÜSTÜ BİR İNSAN HAKLARI MÜCADELESİ VEREN GERGERLİOĞLU… 

Daha sonra Türkiye’de tartışmasız en etkili insan hakları aktivisti olan Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun  milletvekilliği sudan bir bahane ile, attığı bir twit gerekçe gösterilerek düşürüldü. Gergerlioğlu yapılan hukuksuzlukları protesto etmek amacıyla meclisten ayrılmama kararı aldı. Mecliste üyesi olduğu HDP’ye tahsis edilmiş odada demokrasi ve insan hakları nöbeti tutmaya başladı. Ankara Başsavcılığı’nın yazmış olduğu bir yazı gerekçe gösterilerek, sabahın erken saatlerinde yapılan bir polis baskını sonrasında, abdest alırken ayakkabı ve giysilerini dahi giymesine izin verilmeden, adeta karga tulumba meclisten alınarak ifade alma bahanesi ile karakola götürüldü. Her kesimden mağdurların sesi olan ve gayreti insanüstü olarak nitelendirilebilecek bir insan hakları savunucusunun ödüllendirilmesi gerekirken cezalandırılması, bir hukuk devleti olduğu Anayasasında yazılı Türkiye’nin geleceği konusunda derin endişelere sebebiyet verdi. Ne oldu da AKP iktidarı ve yöneticileri ülkenin dümenini demokrasi ve insan hakları ilkeleri istikametinden tam tersi yöne çevirdiler? Demokrasi ve özgürlükler sözü ile iktidara gelen AKP, darbe dönemlerinin ve 90’lı yılların şovenist uygulamalarını aratır hale geldi.

Ve son olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Halkların Demokratik Partisi’nin kapatılması ve 687 yönetici ve üyesine siyasi yasak getirilmesi, ayrıca partinin Hazine yardımlarından mahrum edilmesi talebi ile iddianame düzenlendi. Bu gelişmeler bir hukuk/yargı reformunun konuşulduğu ve bu konuda batı dünyasına sözlerin verildiği, eylem planı hazırlandığı bir dönemde gerçekleşiyor. Sanki ağam bizimle/aklımızla alay etmeye devam ediyor.

62 ANAYASA’SINDAN BUGÜNE KADAR 25 SİYASİ PARTİ KAPATILDI

Anayasa’nın 68. Maddesinin 4. Fıkrası “Siyasî partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.” demektedir.

Anayasa’nın 69. Maddesine göre ise bu fıkra hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü bir siyasi partinin temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir.

Öncelikle Türkiye’de parti kapatmanın hukuki zeminine ve bilançosuna baktığımızda 1962 Anayasası ile bu görevin Anayasa Mahkemesi’ne verildiğini ve bugüne kadar 25 siyasi partinin kapatıldığını, kapatma nedenlerinin laikliğe karşı odak olma, komünizm/sosyalizim talebi veya ayrılıkçı olmak (devletin milleti ile bölünmez bütünlüğüne aykırı eylemlerin odağı olma) şeklinde üç grupta toplandığını görüyoruz.

Özellikle 90’lı yıllar nerede ise her yıl geniş tabanı olan bir partinin kapatıldığı bir dönem oldu. Parti kapatmaların temelinde, devlet  ve onun yöneten kişilerin zihin kodlarında, farklı düşünce fikirlere, alternatif siyasetlere tahammülü olmayan bir anlayış yatmaktadır. Bu anlayışın yasalara yansımasını 80 darbesi sonrasında hazırlanan Siyasi Partiler Kanunu üzerinden okuyabiliriz. Örneğin Kanunun 81. Maddesi  “milli veya dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler” demektedir. Elbette bunun arka planında Osmanlı Dönemi’nde farklı din ve etnik gruplara farklı hukuk uygulanmasının engellenmesi düşüncesi yatmaktadır. Toplum sosyolojisi ve ülke gerçekliği ile uyumlu olmayan, yasa önünde herkesin eşit hak ve sorumluluklara sahip olduğunu kabul etmekten ziyade, vatandaşlarını inanış, ırk ve dil bağlamında ayrıma tabi tutan bir düşünce Siyasi Partiler Kanunu’nun (SPK) müddelerinde hayat bulmuştur. Bu bakımdan SPK şövanist bir anlayışı benimsemiş, bir millet ve dil dışında diğerlerini adeta yok saymış, dışlamıştır. Zira maddenin devam fıkrasında “Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette bulunamazlar.” demektedir. Bu hali ile Türkiye’de herkesin Türk ve müslüman olduğunu kabul etmek gerekmektedir.

PARTİ TÜZÜK VE PROGRAMLARI FRANSIZCA YAZILABİLİR AMA KÜRTÇE OLMAZ 

Bununla da yetinmeyen Kanun, devamında partilerin programlarının yazımı ve yayınlanmasında, kongrelerinde, açık veya kapalı salon toplantılarında, mitinglerinde, propagandalarında Türkçe’den başka dil kullanamayacaklarını betlirttikten sonra “Ancak, tüzük ve programlarının kanunla yasaklanmış diller dışındaki yabancı bir dile çevrilmesi mümkündür.” Hükmü ile parti tüzük ve programlarının İngilizce veya Fransızcaya çevrilebilmesine izin vermekte, ancak Kürtçe yasaklanmaktadır. Tam da bu ifadeler aslında eşitlik ilkesine ve ayrımcılık yasağına aykırdır.

Dini, etnik, ideolojik farklılıkları ülkenin gerçeklerine rağmen yok sayan bu anlayışın demokrasi üretmesi mümkün mü? Ya da yok sayılan, hor görülen farklı kesimlerin öfke duymamasını beklemek ne kadar gerçekçi? Gerek Kürtlerin terör olarak yansıyan öfkesini ve gerekse siyasal İslamcıların iktidar için herşeyi yaparak başkasına hayat hakkı tanımamasını bir de bu açıdan okumak gerekiyor.

Bütün bunların sonucu olarak da çoğulculuğu ve her kesimin düşüncesinin politikaya yansımasını amaçlayan çok partili sistem ve buna karşı hareketleri cezalandırmak amacı ile SPK’da düzenlenen parti kapatma kurumu, tam da amacının aksine öngörülen politikaların dışına çıkmayı ve çoğulculuğu, farklılığı önlemenin bir aracına dönüşerek onlarca siyasi partinin kapatılmasına sebebiyet vermiştir.

AKP, iktidara gelmeden önce ve yönetimdeki ilk yıllarında şikayet ettiği, demokratik ilkeler doğrultusunda değiştirmeyi vaadetti, 1980 darbesinin adeta ruhunun sindiği ve onun sembol ürünlerinden olan SPK hükümlerine dokunmamıştır. Hatta SPK’nın şovanist ve tek tipleştirici hükümlerinden istifade yolunu seçerek bugünkü “tek parti” rejimini inşa etmiştir.  Abdülhamit’i deviren Jön Türklerden bu yana demokrasi ve özgürlük talebi ile iktidara gelenlerin iktidarlarını sağlamlaştırdıktan sonra demokrasi önünde en büyük engel olma kısır döngüsü devam etmektedir.

HDP İDDİANAMESİ: İLLİYET BAĞINI ORTAYA KOYACAK GEREKÇELENDİRME YOK

HDP hakkındaki sadece ana metni 600 sayfayı geçkin iddianame, ilk bakışta içinde önemli iddia ve deliller olduğu hissini uyandırıyor. Ancak iddianameyi okumaya başladığınızda tel tel döküldüğünü görmek mümkün. İddianameye esas alınan deliller ile bu olguların nasıl ve ne şekilde HDP’yi devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı eylemlerin odağı haline getirdiğini görmek mümkün değil. Zira iddianemeye boca edilen sözüm ona deliller ile, iddia edilen odak haline gelme arasındaki illiyet bağını ortaya koyacak gerekçelendirme neredeyse yok. 600 sayfa içerisinde birkaç paragraf dışında neredeyse hukuki bir irdeleme ve değerlendirme yok.

Oldukça uzun olan iddianamede her bir HDP milletvekili ve parti yöneticisi hakkında yapılan yüzlerce soruşturma ve kovuşturmalar listelenmiş ve bunların çok kısa özetlemeleri yapılmıştır. Ancak bu soruşturma ve kovuşturmaların HDP’yi nasıl bölünmez bütünlüğe aykırı eylemlerin odağı haline getirdiği izah edilmemiştir. Adeta listenin uzunluğu gözler önüne serilerek, bu sayının odak olma için yeterli olduğu söylenmek istenilmiştir..

İddianameye konu ceza yargılamalarının neredeyse yüzde doksanı kamuoyunda “Kobani Olayları” olarak anılan süreçte yaşanan gelişmeler ile Hendek Operasyonları sırasındaki yaşanan olaylardan kaynaklıdır.

AYM ÖCALAN’IN KİTABININ TOPLATILMASINA ‘HAK İHLALİ’ KARARI VERMİŞTİ

Hatırlanacak olursa 2012 yılının sonunda Kürt sorununa kalıcı bir çözüm bulmak amacı ile “çözüm süreci” adı verilen ve merkezinde AKP hükümeti ile HDP’nin bulunduğu bir süreç başlatılmıştı. Bu kapsamda hükümetin isteği ile HDP milletvekilleri Öcalan ile görüşmeler yapmış ve iktidar ile AKP temsilcileri kameraların karşısına geçerek hazırlanan mutabakat metnini ilan edilmişlerdi. Bir yandan bu süreç yaşanırken 2014 yılının Eylül ve Ekim aylarında Suriye’de IŞİD Türkiye sınırına yakın olan Kobani şehrine saldırmış ve burada YPG ile aralarında silahlı çatışmalar yaşanmıştı. Bu dönemde eş zamanlı olarak HDP yetkilileri ile PKK/KCK yöneticileri Kobani’ye destek vermek amacı ile halkı sokağa davet etmişlerdi.

2015 yılı haziran ayında yapılan genel seçimlerden sonra Temmuz 2015’de Ceylanpınar’da gerçekleşen ve halen failleri bulunamayan terör saldırısında iki polis memurunun şehit olmasının ardından güvenlik güçleri ile PKK arasında tekrar çatışmalar başlamış ve bu olaylar bahane edilerek AKP tarafından çözüm süreci bitirilmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan terör saldırılarından HDP yetkililerini sorumlu tutarak bedelini ödeyeceklerini açıklamıştı. Bu süreçte PKK/KCK yöneticileri ise halkı silahlanmaya ve tünel kazmaya çağırmış, yetkililerce bazı bölgelerde sokağa çıkma yasağı ilan edilerek operasyonlar yapılmış ve “hendek olayları” adı verilen acı hadiselerde  çok sayıda insan hayatını kaybetmişti.

AKP, ÇÖZÜM SÜRECİNDE KÜRT SİYASETİNE NE SÖZLER VERDİ, BİLEMİYORUZ

Çözüm sürecinde Kürt siyasetçilere ne söz verildiğini tam olarak bilemiyoruz; ancak, o dönemde hükümetin diğer devlet kurumları ile birlikte genel tutumunun çözüm sürecini kotarabilmek için oldukça toleranslı olduğunu söyleyebiliriz. O dönemde genel bir af meselesi dahi gündeme gelmiş, çatışmaya girmemiş örgüt üyelerine af niteliğinde ülkeye dönme hakkı verilmiş, sınırdan geçen örgüt üyeleri mahkemeye giderek ifade vermeyi reddedince, mahkeme ayaklarına getirilmişti. Öcalan’ın mesajı devlet televizyonlarında okunmuş, Öcalan’ın kitabı hakkında toplanma kararı verildiği için ifade hürriyetinin ihlal edildiğine Anayasa Mahkemesince karar verilmişti. Bunları o günün atmosferini ve anlayışını hatırlatmak amacı ile dile getiriyorum. HDP vekil ve yöneticileri ise bu atmosfer içinde Kürt sorununa, PKK’ya ve Öcalan’a ilişkin olarak daha rahat bir dil kullanmışlardı.

Bu hava ve atmosfer çok kısa bir süre içinde tam tersine dönmüş, hükümetin ve devlet organlarının Kürtlere ve HDP’ye yönelik dili hızla sertleşerek tamamen milliyetçi bir söylem benimsenmiştir. HDP vekil ve yöneticileri ise gelişmelerin ve hükümet politikalarının hızla tersine dönmesi üzerine oluşan öfke ortamında sert bir dille yeni politika ve durumu eleştirmişler ve tepki göstermişlerdi.

İddianamede geçen suçlamaların büyük bölümü Kobani olayları ve hendek operasyonları sürecinde HDP vekil ve yöneticilerinin yaptıkları açıklamalar, devlet ve hükümet politikası eleştirileri, halkı sokağa çağırma, örgüt üyesi cenazesine katılma, gösteri düzenleme ve gösterilere katılma, ifade ve gösteriler sırasında örgüt veya Öcalan lehine ifadeler kullanılması, sloganlar atılması, bayrak bulundurulması veya devlet veya hükümet aleyhine açıklamalar ve sloganlar nedeni ile açılan soruşturma ve davalara dayandırılmaktadır. Bu hali ile Kobani ve hendek operasyonları soruşturmalarının kapatma davası iddianamesine dönüştürüldüğü söylenebilir.

İDDİANAMEDEKİ SUÇLAMALAR HENÜZ KESİNLEŞMEMİŞ YARGI SÜREÇLERİDİR 

Öncelikle iddianamede zikredilen suçlamaların büyük bölümü henüz soruşturma ve kovuşturma aşamasında bulunan kesinleşmemiş yargı süreçleridir. Bununla birlikte kendine özgü bir dava tipi olarak siyasi parti kapatma davalarında parti yöneticileri hakkındaki davaların kesinleşme şartı olmadığını hatırlatmak gerekir.

İddianamede zikredilen soruşturma ve davalara bakıldığında tamamına yakınının;  terör örgütü propagandası yapmak, suçu ve suçluyu övmek, halkı kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşüne kışkırtmak, kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenleme, yönetme ve bunların hareketlerine katılmak, kanuna aykırı toplantı ve yürüyüşlere silahsız katılarak ihtara rağmen kendiliğinden dağılmamak, Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ve devletin yargı organlarını alenen aşağılamak suçlarını ihtiva ettiği görülmektedir. Bunun yanında az sayıda silahlı terör örgütüne üye olmak, cezaevinde olan şahısların ailelerini ziyaret ederek para yardımında bulunmak, örgüt üyelerini tedavi etmek, örgüt üyelerinin çağrısı ile çatışma bölgesine canlı kalkan olmak amacı ile gitmek ve örgüt üyelerinin talebi ile bir eylem yapmak, örgüte eleman kazandırmak ve belediye imkanlarını örgüt lehine kullanmak gibi suçlamalar da yer almaktadır.

HUKUK DEVLETLERİNDE ‘İZİNSİZ GÖSTERİLERE KATILMAK’ DİYE SUÇ YOKTUR

İlk grupta yer alan özellikle terör örgütü propagandası yapmak ve izinsiz gösteri ve yürüyüşe katılmak gibi suçlamalar, AİHM’nin defalarca kararlarında belirttiği gibi ifade ve toplanma özgürlüğü haklarının kullanılması kapsamında eylemler olup, çağdaş hukuk devletlerinde suç olarak görülmemektedir. AİHM’nin yakın tarihli Selahattin Demirtaş ve Atilla Taş kararlarında belirttiği gibi şiddet çağrısı, terör saldırılarını övme, kurbanlara hakaret veya terör telkini bulunmadığı sürece söz ve ifadeleri nedeni ile kişilerin suçlanması bile kabul edilmemektedir. Nitekim örgüt propagandası suçunun Türkiye’de özellikle son yıllarda muhalifleri cezalandırmanın aracına dönüşmesi üzerine konu defalarca gündeme gelmiş ve infaz kanununda değişiklik tasarısı tartışılırken iktidar partisi yetkilileri de bu konuda değişiklik düşündüklerini ifade etmişti. Ayrıca Öcalan lehine ifade ve sloganların çözüm sürecinde HDP ile birlikte bizzat hükümet kanadı ve medyası tarafından da kullanıldığı düşünüldüğünde o gün suç olmayıp bu gün bir suç olarak görülmesini de not etmek gerekmektedir.

Bu dönemdeki sert söylemlerin bir yandan çözüm sürecinin rafa kaldırılması ve diğer yandan hendek olayları sonrasında güvenlik güçlerinin şehirleri kuşatarak ağır silahlar ile birçok örgüt mensubu yanında sivilin de öldüğü ve maddi kayıplar yaşandığı, şehirlerin harabeye döndüğü ortamda ifade edildiği unutulmamalıdır.

Bunun yanında iddianamede iki konu dışında HDP yöneticilerinin çağrı ve sözlerinin nasıl şiddete sebep olduğu açıklanmamıştır. Kobani olayları ve Hendek operasyonları döneminde yapılan sokağa çağrıların ise KCK’nın çağrısı ile eş zamanlı olması, HDP’nin KCK ile ilişkisine delil sayılmış ve çağrıların ekserisinde AİHM kriterlerinde yer alan şiddet çağrısı, terör saldırılarını övme, kurbanlara hakaret olmadığı halde sonrasında meydana gelen çatışmaların sebebi sayılmıştır. Dolayısı ile ülkede yaşanan ve birçok sosyolojik/siyasi/ekonomik nedeni olan tüm şiddet olayları ile HDP yöneticilerinin açıklamaları arasında somut bir illiyet bağı kurulmaksızın soyut ilişkilendirme yapılmıştır.

PARTİ YÖNETİCİLERİNİ SUÇLAMAK BAŞKA PARTİYE KAPATMAK BAŞKA ŞEYDİR

Burada tüm HDP yöneticilerini aklama gibi bir amaç güdülmemektedir. Elbette iddianamede yer alan bazı vakıalarda somut suçlamalar bulunmaktadır, ancak bunlar partiyi bu suçlamaların odak noktası yapacak yoğunluk ve süreklilik boyutuna ulaşmamıştır.

Bir diğer mesele ise, terör örgütü üyeliği suçlamasına ilişkin olarak AİHM’nin Demirtaş, Zarakolu, Kavala ve benzeri kararlarında belirttiği gibi tüm dava süreçlerinde AYM dahil olmak üzere Ceza Kanunu’nun 314. maddesinin 1. ve 2. fıkraları yönünden geniş bir yorum benimsenerek belirli hükümet politikalarına muhalif ifadeler silahlı örgüt üyeliği için yeterli eylemler olarak görülmektedir. Örneğin eylemlerinin terör örgütünün hiyerarşik yapısı içinde gerçekleşip gerçekleşmediğine bakılmamakta ve Türkiye’de Ceza Kanunu’nun 314. maddesi (örgüt üyeliği) uygulaması yerel mahkemelerin keyfi müdahalelerine karşı yeterli güvenceleri sağlamamaktadır.

FEDERAL SİSTEMİ SAVUNMAK DA DÜNYADA SUÇ DEĞİL

Devletin milleti ile bölünmez bütünlüğüne karşı olduğu iddia edilen suçlamalar da sorunludur. Zira yerel idarelere daha fazla yetki verilmesi, yetki ve sorumlulukların merkezde değil, yerelde yoğunlaşması gerektiğini savunmak hatta federalizmi savunmak devletin milleti ile bölünmez bütünlüğüne aykırı değildir. Federal bir sistemle yönetildiği için Almanya’nın bütünlüğü bozulmadığı gibi doğu Almanya ile birleşerek daha da büyümüştür. Maalesef realiteyi ve dünyadaki gelişmeleri dışlayan kalıplaşmış sloganları ile düşünen anlayışın, siyasetten hukuka, eğitimden medyaya bir çok alana hakim olduğu bir ülkede bunları ifade etmek bile suç sayılmaktadır.

İddianamede yer alan bazı hususlar ise oldukça tartışmalıdır. Örneğin halka açık ve legal olarak faaliyetlerde bulunduğu görüntüsü veren Demokratik Toplum Kongresi, PKK’nın bir oluşumu olarak kabul edilmiştir. Ancak bu konuda  kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmamaktadır.

AİHM Demirtaş kararında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bir çok maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Demirtaş’ın temel hak ve özgürlükler bağlamında korunması gerektiğine karar verilen ifade ve davranışları da iddinamede yer almıştır. Bu iddianamenin diğer bir problemli yönüdür. İddianamede yer verilen ve HDP milletvekillerinin yaptıkları açıklamalar nedeniyle kendilerine yöneltilen suçlamalar da yine AİHM’in Demirtaş kararında ifade edildiği gibi, ‘Kürsü Dokunulmazlığı’ kapsamında kalmaktadır. Bu açıklamaların ve bunlara dayalı olarak başlatılan soruşturma ve yargılamaların HDP’nin kapatılmasında delil olarak kullanılması sorunlu diğer bir konudur.

SİYASİ PARTİLERİN ‘DEVLETİN YANINDA OLMAK’ GİBİ BİR SORUMLULUĞU YOKTUR

Yargıtay Başsavcılığı tarafından iddianamede kullanılan dil hukukilikten tamamen uzak, ulusalcı/etnik temelde milliyetçi bir partinin kullandığı dil ile ayniyet derecesinde benzerlik göstermektedir. Örneğin iddianamede “Davalı parti hiçbir milli meselede Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yanında yer almamış aksine Türk Devleti’nin ve milletinin karşısında yer alan kim varsa haklı olup olmadıklarına bakmaksızın ön kabülle onların safında yer almayı tercih etmiştir. Bunun son dönemdeki örnekleri Türk Silahlı Kuvvetlerinin Türkiye’nin sınır güvenliğini sağlamak amacıyla yaptığı Fırat Kalkanı Harekâtı, İdlip Operasyonu, Zeytin Dalı Harekâtı, Barış Pınarı Harekâtı, Bahar Kalkanı Harekâtı ile Gara Operasyonu’na karşı takındığı olumsuz tavırdır.” denmektedir.

Ayrıca “kayyımı tanımayın”, “darbeye hayır” gibi slogan ve pankartlar bile suç olarak iddianamede zikredilmiştir.

Siyasi partilerin devletin yanında olmak gibi bir zorunlulukları yoktur. Partilerin bu anlamda Anayasa ve yasalardan kaynaklı “devletin yanında olmak” gibi bir görev ve sorumlulukları da bulunmamaktadır. Hukukta suç kavramı ya da kamu yararı gibi kavramlar vardır. Neyin kamu yararına olduğu ise bir politik görüştür. Bir siyasi partiye göre  bir sorunu silahlı bir müdahaleyle çözmek ülkenin çıkarlarına hizmet etmez iken, başka bir siyasi partiye göre gerekli olabilir. Başsavcılığın, bu ve benzeri ifadeleri bağımsız yargının değil, majestelerinin başsavcısı olduğunu göstermektedir. Bu ayrıca topluma dayatılan tek tipçiliğin bir yansımasıdır.

Başsavcılık hızını alamamış olacak ki Kürt siyasi çizgisinden gelmeyen ve Kürt de olmayan, Sezai Temelli, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Erol Kantarcıoğlu gibi milletvekillerinin de ayrılıkçı, dolayısı ile Kürtler için ayrı devlet istediklerini soyut ve hukuki olmayan gerekçelerle iddia edebilmiştir.

KAPATMA DAVASI İLE 90’LARDAN BUGÜNE TAŞINMAYAN BİR KÖTÜLÜK KALMADI 

İddianame HDP’nin 1990 ila 2009 yılları arasında daha önce kapatılan altı siyasi partinin devamı niteliğinde olduğu belirtmektedir. Hatırlanacak olursa 90’lı yıllarda birkaç yılda bir Kürt partisi hakkında kapatılması için iddianame düzenlenmiş, buna karşı her seferinde aynı siyasi çizgide yeni bir parti kurulmuştu. Daha sonra ise kapatmanın çözüm olmadığı düşüncesi ile parti kapatma davalarına ara verilmişti. Kendisi de kapatma davası mağduru olmuş AKP’nin yöneticileri defalarca siyasi partilerin kapatılmasına karşı olduklarını ifade ettikleri halde devletin her kurumuna hakim oldukları bir dönemde bu davanın açılması da manidar. Bu yeni kapatma davası ile 90’lı yıllardan 2020’li yıllara taşınan eksik bir kötülük kalmamış oluyor!

HDP nin çözüm sürecinde ve Kobani ve Hendek Olayları döneminde kullandığı dilin daha sert ve PKK ile ilişkileri izahta daha rahat olduğu, son yıllarda ise hem daha temkinli bir dil kullandığı ve hem de PKK ile ilişkilerinde daha mesafeli durduğu gözlemlenmektedir. Bu iddianamenin temel referansı Kobani ve Hendek Olayları olduğu halde iddianamenin o dönemde değil de 2021 yılında işleme konması, farklı bir amaç güdüldüğünün işaretidir.

AYM KARARINI, ERDOĞAN’IN BU DAVANIN ARKASINDA NE KADAR DURACAĞI BELİRLEYECEK

Normal şartlarda böyle bir iddianame ile AYM’nin parti kapatma kararı vermesi mümkün olmamalıdır. Parti kapatma için AYM üyelerinin üçte iki çoğunlukla karar alınması gerektiği kuralı göz önünde bulundurulduğunda HDP’nin kapatılmasına karar verilmesi kolay gözükmemektedir. Ancak maalesef Türkiye,  hukuk devletinden ve demokrasiden çoktan uzaklaştı ve kurumlar sağlıklı bir şekilde çalışmıyor. Özellikle son dönem üye atamaları ile Anayasa Mahkemesi’nde koşulsuz biat eden üye sayısının belli bir orana ulaştığı düşünülür ise, bu iddianame ile dahi HDP’nin kapatılması  ihtimal dahilindedir. Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karar, Erdoğan ve iktidarının bu davanın arkasında ne kadar duracağı ve ne kadar baskı uygulayacağına, o günkü konjonktüre ve belki de bunun başka bir meselede siyasi pazarlık olarak kullanılıp kullanılmayacağına bağlı olacaktır. Zira ortada hukuki argümanlarla bezeli bir iddianame yerine, siyasi saiklerle yazılmış bir belge bulunmaktadır. Verilecek karar da muhtemelen hukuki değil tamamen siyasi olacaktır.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram