Erdoğan, Sisi ve Bin Selman’a ‘rükuyla’ vaziyeti kurtaramaz

Ortadoğu’da kural yenilenin tam diz çökmesi şeklindedir. İç ve dış siyasette oldukça zayıf ve kırılgan durumda bulunan Erdoğan’ın Mısır'da Sisi'ye, Suudi Arabistan'da bin Selman'a “rükuyla” vaziyeti kurtarma girişimi muhtemelen başarısız kalacaktır.

ÖMER MURAT 09 Mayıs 2021 GÖRÜŞ

Gerçekçi bir açıdan bakıldığında, Erdoğan rejiminin Mısır ve Suudi Arabistan’la başlatmış olduğu normalleşme adımlarının arzuladığı sonuçları getirmesinin pek mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Erdoğan iki ülkenin liderleriyle iç siyasette yapmayı sevdiği şekilde bir restleşmeye girdi, fakat neticede içeridekilerden farklı olarak dışarıda yenildi. Ortadoğu’da kural yenilenin tam diz çökmesi şeklindedir. İç ve dış siyasette oldukça zayıf ve kırılgan durumda bulunan Erdoğan’ın “rükuyla” vaziyeti kurtarma girişimi muhtemelen başarısız kalacaktır. “Bende bu evlat, sende o kuyruk acısı olduğu müddetçe bizim eskisi gibi dost olmamız mümkün değil” diye biten hikaye gibi, Mısır Devlet Başkanı Abdulfettah Sisi ve Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı adeta devirmeyi hedefleyen bir siyaset izleyen Erdoğan’ın şimdi bu liderlerle beyaz bir sayfa açabileceğini beklemek saflık olur.

MISIR: AKP’NİN ORTADOĞUDAKİ İLK YENİLGİSİ

Erdoğan Sisi’nin iktidarını başarısız kılmak için başından itibaren öncelikle Müslüman Kardeşler olmak üzere azılı siyasi rakiplerine tam destek verdi, Türkiye’de Sisi’ye muhalif yayın yapan oldukça etkili televizyon kanalları kuruldu. Doğrudan Mısır halkına hitap ederek Sisi’yi zor durumda bırakmaya çalışan Erdoğan’ı bu kadar öfkelendiren Mısır Genelkurmay Başkanının askeri darbeyle işbaşına gelmiş olması değildi. Demokrasiye bakış açısı, özellikle son beş yıldır “sivil darbe” diyebileceğimiz bir süreç sonucu tüm yetkileri kendisinde toplayarak ülkeyi otoriter şekilde idare etmesiyle zaten iyice ortaya çıktı. Yine Mısır’ın komşusu Sudan’da bir askeri darbeyle iktidara gelmiş bulunan önceki Cumhurbaşkanı Ömer el-Beşir’le oldukça yakın ilişkiler tesis etmekten kaçınmamıştı. Keza daha sonra Mali’de bir başka askeri darbe yaşandığında oraya hemen dışişleri bakanını göndererek henüz üniformalarını bile çıkarmamış askerlerle fotoğraf verilmesini “demokratik ilkelerine” aykırı bulmayacaktı.

Erdoğan’ı çileden çıkaran husus başkaydı. Öncelikle Mısır’daki darbede belli ölçüde kendi sorumluluğu da vardı: Gezi olaylarında, “seküler muhaliflerin” barışçıl protestolarına karşı polis şiddeti tatbik ettiğinde, takındığı demokratik maske düşerek, popülist otoriter siyasal İslamcı yüzüyle pek çok kimse ilk kez tanıştı. Bu durum siyasal islamcıların iktidarı bir kez ele geçirirseler, demokrasiyi geliştirmek yerine onlara muhalif kesimleri baskılayacağının açık bir işareti olarak görüldü. Böylece Mısır’da zaten siyaseten güçlü konumda bulunan ordu, hiç hazzetmediği Müslüman Kardeşler hükümetini devirmek için ihtiyaç duyduğu ideolojik meşruiyet zeminine kavuştu. Artık Batı bu tür bir darbeye karşı daha kayıtsız kalacaktı.

Öte yandan, Mısır’da Mübarek’in devrildiği süreçte başta cumhurbaşkanlığı seçimleri için aday çıkarmayacağını ilan eden Müslüman Kardeşler’i bu kararından vazgeçirenin AKP liderliği olduğu da söylendi. Müslüman Kardeşler’in ilk tavrı ülke gerçekleriyle daha uyumluydu. Mısır’ın krallıktan cumhuriyete geçtiği dönemden beri tüm devlet başkanlarını çıkaran ordu, Mursi’yi istifaya zorladığında, ülkenin iç siyasi tarihi hakkında hiçbir şey bilmeyen Erdoğan, Türkiye ezberleriyle Müslüman Kardeşler’e “dik durmaları” telkininde bulundu, ona göre Mısır silahlı kuvvetleri bir darbeye cesaret edemeyecekti. Ortadoğu gibi herşeyin oldukça hassas dengeler üzerinden yürüdüğü bir bölgede adeta züccaciye dükkanına giren fil gibi hareket etmenin ilk ağır bedeli Mısır’da yenilen tokatla yaşandı. Erdoğan’ın üst üste yaptığı yanlış hamlelerle “ılımlı İslamcı, demokratik lider” konumundan hızla düştüğünü gören Suudilerin de verdiği destekle Sisi Kahire’de iktidarın dizginlerini sıkı şekilde ele geçirdi. Mısır gibi kritik bir ülkede kendisine dost bir hükümeti kaybetmek, bu yetmezmiş gibi ülkeyi idare eden yeni askeri rejimle de nasıl neticeleneği belli olmayan bir kavgaya tutuşmak aslında AKP’nin Ortadoğu siyasetinin bir daha toparlanabilmesini imkansız kılacak şekilde yaşadığı ilk ağır sarsıntıydı.

VELİAHT PRENS YIKILMADI, İNTİKAM SOLUKLUYOR

Aynı durum Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’la da Kaşıkçı cinayeti sonrasında yaşandı. Türkiye’yi dünyada en fazla gazeteci hapseden ilk üç ülke arasına sokan Erdoğan’ın bu suikast sonrasında verdiği tepkileri basın özgürlüğüyle ilişkilendirebilmek pek mümkün değildir. Keza tepkisini hadisenin Türkiye topraklarında gerçekleşmiş olmasından dolayı yaşadığı kızgınlığa bağlamak da çok açıklayıcı değildir, çünkü öncesinde ve sonrasında Türkiye’de başka ülkelerin de muhaliflerini infaz ettiği durumlar yaşandı ve Erdoğan’ın o hadiseleri bizzat gündeme getirmediği gibi fazla büyütmeden kapatmaya çalıştığı görüldü. Prens Muhammed’i veliaht konumuna getiren saray içi darbeden hoşlanmayan Erdoğan’ı tam olarak neyin rahatsız ettiğini bilmiyoruz. Bu konuda tahminlerde bulunabilmek için sözkonusu darbenin Ortadoğu’daki dengeler içerisindeki yerini iyi tespit etmemiz gerekir.

81 yaşındaki Suudi Kralı Selman bin Abdülaziz, 21 Haziran 2017’de beklenmedik bir kararla 57 yaşındaki yeğeni Muhammed bin Nayif’i veliaht prenslikten alarak yerine 31 yaşındaki oğlu Muhammed bin Selman’ı atadı. Veliahtın belirlenmesinden sorumlu, Biat Heyeti olarak bilinen konseyin 34 üyesinden üçü dışında herkesin kararı onayladığı duyuruldu. 2012’den beri İçişleri Bakanlığı görevini de yürüten Nayif bu koltuğunu da kaybetmekle kalmadı, banka hesapları donduruldu ve ev hapsine alındı. ABD Başkanı Trump hemen yeni veliahtı arayarak bizzat tebrik etti. İranlı yetkililer Suudi Arabistan’daki bu saray darbesini doğrudan kendileriyle ilgili gördüler. Çünkü Prens Muhammed medyaya yaptığı açıklamalarda İran’la sorunları mezhep çatışması perspektifinden gördüğünü saklamayan, İran’ın “İslam dünyasını kontrol etmeyi hedeflediğini” söyleyen ve İran’a karşı mücadele etmeye kararlı olduğu mesajları veren bir kişilikti. Nitekim İran parlamentosu dış ilişkiler komitesi başkanı S. Naghavi-Hosseini hemen şu dikkat çekici açıklamayı yaptı: “Prens Muhammed’in veliaht prens olarak atanmasından sonra, Suudi yetkilileri sağduyulu ve uluslararası normlara göre hareket etmeye çağırıyoruz, sınırlarını bilmeleri gerekiyor.”

Suriye ve Irak’ta süregiden iç savaş ve çalkantılarda birbirine karşıt kesimleri destekledikleri halde İran’la çatışmamaya özel bir ihtimam gösteren Erdoğan için Ortadoğu’da “Sünni-Şia” kamplaşmasının artması en son isteyeceği husustu. Öte yandan reformcu bir siyasi kimlik görüntüsüyle uluslararası kamuoyunda saygınlık devşirme kampanyası yürüten Prens Muhammed, dünyada artık İslamcı bir otokrat olarak görülen Erdoğan’la aynı kareye girmekte isteksizdi. Esasen Körfez ülkelerindeki otoriter rejimler için, Filistin meselesini bayraklaştırarak doğrudan Arap sokağına seslenme çabalarından tedirginlik duydukları Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler’le kurduğu yakın ilişkiler ayrı bir güvensizlik kaynağıydı.

Kaşıkçı suikasti yaşandığında Erdoğan, Prens Muhammed’in cinayetin sorumluluğundan sıyrılmasını imkansız kılacak her türlü adımı atmaktan kaçınmadı. Özellikle cinayet işlenirken Suudi Başkonsolosluğunda Türk istihbaratının yaptığı gizli dinlemeleri başta CIA olmak üzere Batılı istihbarat kurumlarıyla hemen paylaşması Prens Muhammed’in tüm gücüne ve Batı’daki etkili bağlantılarına rağmen suikastin itibarı üzerinde yaptığı ağır yıpratıcı etkiyi belli ölçüde de olsa bertaraf edebilmesini imkansız kıldı. Türk hükümeti bu meseleye o kadar dahil olmayıp daha soğukkanlı bir tavır takınmış olsaydı bile Veliaht Prensin işi hiç kolay değildi, fakat Erdoğan’ın verdiği demeçlere de yansıyan sert tavırları, Prens Muhammed’in düştüğü durumun birinci sorumlusu olarak öncelikle onu mesul görmesine yol açtı. Erdoğan bu suikastin Prens Muhammed’in siyasi akibetini mühürlediğine inanmış gibiydi, o yüzden vargücüyle meseleye asıldı, Suudi Veliahtını zor durumda bırakmak için elinden geleni adeta ardına koymadı. Suudi mahkemelerinin aldığı kararı beğenmediği için Türkiye’de ayrı bir mahkeme süreci başlattı.

Suudi Arabistan vatandaşı gazeteci Cemal Ahmet Kaşıkçı 2 Ekimde ülkesinin İstanbuldaki Suudi Arabistan Başkonsolosluğuna girdi ve bir daha haber alınamadı.

Tüm bunlar, neticede, Suudi Arabistan gibi Ortadoğu’nun en güçlü ülkelerinin birinin başında, Erdoğan’a karşı derin “kuyruk acısı” olan bir lider bıraktı. Söz konusu olan herhangi bir veliaht değildi, Suudi tarihinde bile benzeri olmayan şekilde tam yetkilerle donatılmış güçlü bir prens söz konusuydu. Erdoğan yanılmıştı, Suudi veliahtının bugünden yarına gideceği yoktu. Nitekim Arap sokağındaki görece popülerliğini dikkate alarak Erdoğan’ı açıktan karşısına almayı doğru bulmayan veliaht prens, “Türkiye Cumhurbaşkanıyla arasında bir sıkıntı olmadığını” açıkladıktan bir süre sonra adeta intikamın soğuk yenen bir yemek olduğunu gösterir şekilde Türkiye’ye karşı üst üste adımlar atmaya başladı; bugün gelinen noktada, uygulanan gayrı resmi ambargo nedeniyle Türkiye’nin Suudi Arabistan’a ihracatı neredeyse tamamen durdu, Türk müteahhitlere kapı gösterildi, Riyad ülkede on yıllardır bulunan Türk devletine ait okulları kapatmaya karar verdi.

KAHİRE VE RİYAD ERDOĞAN’IN “AMAN” DİLEYEN GÖRÜNTÜSÜNDEN MEMNUNLAR

Ağır “kuyruk acıları” olan Sisi ve Muhammed bin Selman, Biden’ın seçimleri kazanması sonrası dış politikasının artık adeta batağa saplandığı iyice ortaya çıkan Erdoğan’ın ilişkileri normalleştirmek için kapılarını çalmasından tabiatıyla memnuniyet duydular. Kapıyı yarı aralık tutmalarının nedeni öncelikle başta kendi halkları ve yönetici elitleri olmak üzere herkesin Erdoğan’ın kendilerinden “aman” dilediğini görmelerinin hazzını yaşamak istemeleriyle ilgili. Faaliyetlerini yürüttükleri ana ülkelerden biri haline gelen Türkiye’nin zayıf duruma düşerek Mısır ve Suudi Arabistan’la ilişkilerini düzeltmeye çalışmasının Müslüman Kardeşler üzerinde yapacağı moral bozucu psikolojik etkiyi hesaplıyorlar. Erdoğan rejiminin ilk adım olarak İstanbul’dan yayın yapan Mısırlı kanallardan muhalefetlerinin dozunu düşürmelerini istemesi bile bu bakımdan Sisi hükümeti için küçümsenmeyecek bir zaferdir. Erdoğan nihai tahlilde Kahire’nin talebi doğrultusunda bazı Müslüman Kardeşler liderlerinin teslim edilmesi gibi adımlardan kaçınacak olsa bile müzakerelerin bizatihi kendisi Müslüman Kardeşleri diken üzerinde tutmaya yetecektir.

Bir diğer neden ise Erdoğan’a hiç güvenmedikleri için kayd-ı ihtiyatla hareket etmeyi makul bulmaları. Uluslararası basına ismi verilmeyen yetkililer aracılığıyla yaptıkları açıklamalarla, Erdoğan’ın önüne ev ödevi gibi şartlar koyan tarafın kendileri olduğunu herkese bedâheten duyuruyorlar. Türk ekonomisinin kırılgan durumu ve Batı’yla gergin ilişkileri nedeniyle Erdoğan’ın ne denli zor durumda bulunduğunu görüyorlar. Ona samimi bir dost eli uzatmayacakları gibi kızgınlıklarına sebebiyet veren konularda Erdoğan’ın büyük tavizler vermesi için ısrarcı olacaklardır. Bu ise Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’le ilişkilerini neredeyse tamamen kesmesi, Kaşıkçı suikastınde Prens Muhammed’i aklayan “beklenmedik” ifşaatlarıyla Riyad’ı sevindirmesi demektir. Bunlar baskın bir seçime hazırlandığı görülen Erdoğan için hem içeride, hem de dışarıda büyük dalgalanmalara yol açabilecek oldukça riskli hususlardır. Son seçimlerde meydanlarda “Sisi mi diyeceğiz, Binali Yıldırım mı diyeceğiz, mesele bu kadar önemlidir” dediği hala hatırdadır. Taraflar arasındaki güvensizliğin boyutları hesaba katıldığında, aradaki geniş açının kolayca ve kısa sürede kapatılabileceğini sanmak yanıltıcıdır. Özellikle Suriye, Lübnan ve Irak’taki gelişmelere paralel olarak bölgesel dinamikler son kertede üç ülkenin aralarındaki ilişkileri düzeltmesi gerekliliğini dayatabilir, fakat bunun Erdoğan iktidarındaki bir Türkiye’yle gerçekleşme ihtimali olduğunu düşünmek yanlıştır.

WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com