Elitizm ve özlediğimiz zarafet

Bugün popülizmin doruklarında dolaşan hükümet, kendine benzemeyenlere “elit” deyip, yabancılaştırmanın ardından “işgal ettikleri” alanları devletleştirmeye, kendi sözlerine göre “halklaştırmaya” çalışıyor.

ALİN OZİNİAN 07 Ocak 2021 YAZARLAR

Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’nun Erdoğan tarafından rektör olarak atanmasının hemen ardından bir “elit” ve “elitizm” tartışması başladı.

Niyetim, elit nedir açıklamak değil, elit olmakla, elitist olmak arasındaki fark üzerine konuşmak da değil. Siyasi, kültürel, ekonomik ve entelektüel eliti irdelemek hiç değil.

Bilmemiz gereken tek şey, bugün popülizmin doruklarında dolaşan hükümetin kendine benzemeyenlere “elit” deyip, yabancılaştırmasının ardından “işgal ettikleri” alanları devletleştirmeye, kendi sözlerine göre “halklaştırmaya” çalışması…

Elit konusu açıldığı ilk günden bu yana, aklımda 2017’de okuyucu ile buluşan “Tutku, Değişim ve Zarafet: 1950’li Yıllarda İstanbul” kitabı var.

Yrd. Doç. Dr. Güven Gürkan Öztan ve gazeteci Serdar Korucu İstanbul’un 50’li yıllarını anlatmaya çalıştığı kitap bence, eski İstanbul’a olan özlemi körüklemekten ziyade bugünü sorgulamak için iyi bir vesile.

Kitap, şehirdeki ilk dönüşümlerin yaşandığı önemli bir dönemi ve mücadeleyi anlatırken, kırsaldan şehre göçü, yaşam ve anlayış farklarını ve “Seni yeneceğim” diye gelinen bu şehrin, göç esnasındaki dönüşümünü aktarıyor.

Tek Parti devrinin bitişi, II. Dünya Savaşı’nın etkilerinin azalması, Demokrat Parti iktidarı, NATO üyeliği, Amerikan yardımları ve komünizm karşıtlığı kitabı okurken bir fon müziği gibi kulaklarınıza çalınıyor.

Siyasi otoritenin bugünkü tavrı ile bazı benzerlikler, Menderes’in “imar harekâtı” adı altında şehrin kültürel ve tarihi eserlerini yerle bir etmesi, bundan şikayet edenlerin kendini hükümeti tahkir suçlamasıyla mahkeme önünde bulması, en aklımda kalanlar kısımların başında geliyor.

Siyasi ve sosyal çalkantıların yanı sıra, kitap İstanbul’un çok kültürlüğünü hatırlatması açısından da değerli. Sokaklarda hala Ermenice, Rumca ve farklı diller duyulan, fakat artık “Vatandaş̧ Türkçe Konuş!” demeye ihtiyacın azaldığı yıllar anlatılıyor.

Gayrimüslimler o dönem milletvekili adayı bile olsalar “öteki” oldukları hissettiriliyor. Demokrat Parti’nin 1950 seçimlerinde İstanbul’dan milletvekili adaylarından ikisi Rum, biri Musevi, biri de Ermeni. Bu haber gazetelere “Diğer vatandaşlardan adaylar şunlardır: Dr. Hayrabetyan, Dr. Fakaçelli, Dr. Kukulis ve Moiz Kohen Tekinalp.” şeklinde yansıyor.

Kitap, o yıllarda İstanbul’da Rumlar ve Ermeniler sık sık Türklüğü tahkir ettikleri ileri sürülerek hâkim karşısına çıkarıldığını, farklı sebepler ve sorunlardan dolayı komşularının, ev sahiplerinin, patronların, hatta aşıklarının bu yola başvurup azınlıklardan intikam almaya çalıştığını hatırlayor.

Kitap ilk çıktığında Güven Gürkan Öztan ve Serdar Korucu ile sohbet etme fırsatım olmuştu. Öztan, bugünkü İstanbul’un şehir yaşamı çok hoyrat ve acımasız olduğunu, oysa o yıllarda tüm sorunlara rağmen kentte yaşamanın bir mutluluk kaynağı olduğunu anlatmıştı.

Öztan ile İstanbul’un çok partili yaşamda ilk büyük değişimi 1950’lerde yaşadığını, bir yanda Amerikanlaşmanın kültürel etkisi diğer yanda Osmanlı’nın mahalle kültürünü muhafaza eden semtleri, bir yanda köklü ailelerin alışkanlıkları diğer yanda yeni zenginlerin şatafat düşkünlüğününü konuşmuştuk.

Korucu içinse İstanbul açısından özellikle Ermenilerin doğudan batıya göçü dikkat çekiciydi o yıllarda. Soykırım sonrası Anadolu’daki nüfusun eski Osmanlı başkentinde yaşamaya başladığını, 1950’ler sonrasında 70’ler ve 80’lerde Anadolu’da kalanların daha sert baskılar gördükleri üzerinde durmuştu.

Kitapta sadece Türkiye siyaseti açısından değil, kültürel anlamda da birçok okuyucu için sürprizler sunuyor, örneğin 6-7 Eylül olaylarından birkaç yıl öncesinde Yunan Kralı’nın Türkiye’yi ziyareti, Taksim Meydanı’nda Türk ve Yunan bayraklarının birlikte dalgalanması, iki ülkenin yakınlaşması ve fırtınadan önce Rum toplumunun en rahat günlerini yaşamasını detayları ile anlatıyor.

1950’ler, Yahudiler için de bambaşka bir dönem, İsrail’in kurulması büyük bir dönüm noktası. Korucu o günleri şöyle anlatıyor “Türkiye’den ayrılmaya karar verenler basının gündemine geliyor. Dönemin matbuatı, İsrail’e gitme kararı veren ailelere “Yahudi” derken, Türkiye’dekilerle ilgili kurulan cümlelerde “Musevi” kelimesini tercih ediyor. Bu bile başlı başına bir “algı” yaratmaya yönelik. Öte yandan 1950’lerin başında Türkiyeli Yahudilerin İstanbul’daki en büyük sinagogu Neve Şalom açılıyor mesela. Bu dönemin bir başka önemli yanı da Yahudi Soykırımı’nın iyi bilinmesi.”

Menderes’in büyük hayali, İstanbul’un yeniden inşası, tarihi binaların, kiliselerin, camilerin imar iştahının kurbanı olması, Ayasofya tartışmaları, 500. yılında ilk Fetih filmi ve kutlamaları, komünizm suçlamaları, işçi hareketlerini okurken bugünü anmamak mümkün değil.

O yıllarda Batılılaşma heyecanıyla, yeni ve lüks apartmanlarda yaşama hayali ile yanıp tutuşan halkın açlığını doyurmak için bir inşaat sektörü oluşurken, İstanbul kendi haline bırakılmış kenar mahalleleriyle yıkık dökük ve kendine has suretini de saklıyor.

1950’lerin aynı zamanda İstanbul için çikolata yılları olduğunu anlıyoruz. Çikolata markalarının müşterilerinin bayramını gazete ilanıyla kutladığı günlerde, döneminin ünü İstanbul’u aşan çikolatası Elit’in, üretici gücünü Ermeni ve Rum kadın işçilerin oluşturduğunu öğreniyoruz.

Elit’in ürün yelpazesi Hristo Usta’nın katkısıyla genişlediğini; çikolata kaplı drajeler yine bu dönemde ortaya çıktığını, Feriköy’de, 1927’de kurulan Nestlé’nin fıstıklı çikolatası 1950’lerde hâlâ raflarda bulunduğunu, Baylan ve Mabel’in çikolatalarının ise sadece orta ve üst sınıflar için ulaşabilir olduğunu…

Kitap, İstanbulluların günlük alışkanlıkları, yaşamları, algıları, tüketim kültürü, sevdiği içkilere ve tatlara dek hoş ayrıntıları de içeriyor. Buzdolabı kuyrukları, otomobil edinebilmek için satılan arsalar, gazino ve kulüplerde gitmek için yapılan hazırlıklar, tango ve caz orkestraları, yazlıklar, vapurlar, karaborsaya düşen bira, zamlı gazoz, şıklık ve güzellik tutkusu, gecekondu güzelleştirme dernekleri, terziler, deliler, dolandırıcıları, kapıcılar, fabrikalar, işçi hareketleri ve daha 50’lere ait kimisi iç burkan, kimisi yüzümüzde bir tebessüme sebep olan birçok şey var kitapta.

Kitapta anlatılan göreceli zarafete ve samimiyet bende özlem yaratıyor. Gerçekten bir mozaik olan İstanbul’dan mermerleşen bir kente geçiş kalbimi kırıyor. Roma, Bizans ve Osmanlı boyunca taşıdığı başkentlik unvanını kaybettikten hemen sonra, ihtişamını, çok-kültürlülüğünü de kaybeden İstanbul’un hazin bir hikayesi gibi geliyor bu kitap bana…