‘Devlet düşmanı’ nasıl olunur?

Kutsal devlet, kutsal dava ve kutsal yönetici-elit anlayışı ile parti diktası kurmaya çalışan İslamcılık ideolojisi Doğu despotizmi ile Batı faşizminin izdivacından doğan bir ucube görüntüsü vermektedir.

AYHAN TEKİNEŞ 21 Şubat 2021 GÖRÜŞ

Devlete isyan ile suçlama, politik amaçlarla bugünlerde sıkça kullanılmaktadır. Politikacıların ya da bürokratların vatandaşları devlete isyan etmekle suçlama hakkı var mıdır? Yargı kararı olmadan bir insanı küçük bir suçla bile itham etmek doğru değilken bazı insanlar nasıl kolayca devlet düşmanlığı ile itham edilmektedir. Yargı sonucu kamu düzenine başkaldırı ya da zarar verdiği belirlenen bir insan cezasını çeker. Lakin hayatının geri kalan kısmında boynunda bir devlet düşmanı suçlaması ile dolaşmak zorunda bırakılamaz. Siyasetçilerin vatandaşlarından bir kısmını devlet düşmanı olarak niteleme hakkı yoktur. Hatta bu tür suçlamalar ayrımcılığa teşvik ve hedef gösterme anlamı içerdiği için hukuken suçtur.

Can ve mal güvenliğinin korunması hukukun temel gayesidir. Güvenliğin ve adaletin tesisi ve uygulanabilmesi için yöneticilere ihtiyaç vardır. Bireylerin toplumsal ilişkilerinin düzenlenmesine yardımcı olacak farklı kurumların ortaya çıkışı ile birlikte bugünkü anlamda devlet kavramı şekillenmiştir. Toplum bireylerinin bütününü tehdit eden tehlikelere karşı toplumun kendini savunma zorunluluğu devletin şiddet kullanım meşruiyetinin kaynağıdır. Toplumu, içte zorbaların dışta saldırgan güçlerin şiddet ve savaş tehdidine karşı koruyucu tedbirler almak yöneticilerin görevidir. Kamu düzeninin bir gereği olarak şiddet kullanımı devletin tekeline verilmiş, bu şiddet kullanma yetkisi de yargının denetimi altına alınmıştır.

Ancak günümüzde birçok otoriter devlet bu yargı denetiminden kutsal değerleri bahane ederek kurtulmaya çalışmaktadır. Günümüz dünyasında yönetici sınıfları, halkı yönetmek için Tanrı tarafından seçilmiş ya da görevlendirilmiş olarak kabul etmek mümkün değildir. Ya da bazı tarihi dönemlerde olduğu gibi tebaa, Sultan’ın kulu ya da mülkü değildir. Halkın kendisini yönetmek için seçtiği, halkın içinden çıkmış, kişilerin yönettiklerine karşı efendi-köle şeklinde davranması insan onuru ile bağdaşmaz.

Siyasetçilerin kendilerine rakip gördükleri kişi ya da grupları devlet düşmanı olmakla ya da devlete başkaldırmakla itham ederek ötekileştirmesi geçmişte ve bugün de birçok zulme gerekçe yapılmıştır.

Devletin kurumsal kimliğinin bulunmadığı dönemlerde yöneticiler, saltanatı korumak korumak için bazı tedbirler almışlardır.  Güvenliği sağlamak ya da yöneticilere verdiği ahdi/biat bozma gibi gerekçelerle muhaliflerini cezalandırmışlardır. Mesela Hz. Hüseyin, Kerbela’da Yezid’e başkaldırdığı gerekçesiyle şehit edilmiştir. Hz. Peygamber’in torununun aile efradıyla birlikte babasının zorla veliaht yaptığı muhteris bir kral tarafından kanının dökülmesi güvenlik endişesini yöneticilerin nasıl istismar ettiklerinin en açık örneğidir. Hz. Hüseyin’in şehadetiyle birlikte üst sınır aşılınca daha sonraki zulümleri sorgulama imkânı da ortadan kalkmıştır.

Masum insanlara yapılan zulümlerin sebeplerinden birisi de biatın bozulmasıdır. Yöneticiler, biatla yönetilenlerin özgürlük haklarını gasp etmiş mi olurlar? İslam hukukunda biat, bir sözleşmedir. J. J Rousseau’nun ifade ettiği gibi zımni toplumsal bir sözleşme değildir ama bireysel, gerçek bir sözleşmedir. Lakin kölelik anlaşması da değildir. Sözleşmelere riayet, hukuki ve ahlaki açıdan bir yükümlülüktür. Ancak her sözleşmede taraflar vardır. Yöneticilerin âdil olma ve özgürlükleri kısıtlamama üzere zımnen söz verdiği halde sorumluluklarını yerine getirmemesi durumunda yönetilenler ne yapmalıdır? İnsanların haklarını araması, sesini yükseltmesi ya da yöneticilere eleştirmesi bile tarihte -hatta bazı ülkelerde günümüzde- başkaldırı ve isyan telakki edilmiştir.  Demokratik ülkeler vatandaşlarına devletle ya da güç sahipleri ile çatışabilmeyi sağlayacak yargı yolu, konuşma ve vicdan özgürlüğü gibi meşru ve etkili mekanizmalar tesis etmektedir. Böylece muhalifler, siyasi tartışmaları şiddet alanına kaydırmadan muhalefet imkânı bulabilmektedir.

Emeviler’in zalim valisi Haccâc, zorla kendisinden biat aldığı ünlü bir ilim adamı olan Said b. Cübeyr’i (ö.94/713) biatını bozduğu gerekçesiyle öldürtmüştür. Aslen Habeşistan asıllı bir köle aileden gelen Said b. Cübeyr’in yöneticiler için tehlike oluşturabilecek ne bir kabile ve aile desteği ne de siyasi bir grup aidiyeti vardı. Buna rağmen biatını bozdu bizim sözümüzü dinlemedi gerekçesiyle, diğer muhaliflere gözdağı vermek için öldürülmüştür. Otoritelerini sağlamlaştırmak için siyasetçiler biat kavramını kullanarak birçok zulmü meşrulaştırmaya çalışmışlardır.

Tarihsel süreçte Müslüman toplumlarda devlet başkanlarının mutlak otorite olarak algılanması bugün hala otoriterlik ve despot rejimlerin referans kaynağı olarak kullanılmaktadır. Hatta en dramatik olanı da bazı İslam hukukçularının hukukun temel kaynaklarını referans almak yerine tarihsel örnekler üzerinden dikta rejimlerini ve zulmü meşrulaştırmaya çalışmalarıdır.

İslamcı siyaset bilimcilerin esin kaynağı olan Nasyonal sosyalistlerin gözde hukukçusu Carl Schmitt’e (ö.1985) göre ‘’siyasal olan’’ devlet kavramından ve hukuktan önce gelir. Siyasal olan ise kendini dost-düşman konsepti üzerinden ifade eder. Carl Schmitt’in yaklaşımı İbn Haldun’un asabiyye kavramını hatıra getirir. Bir asabiyye (kabile dayanışması) devleti ele geçirince, siyasal olan düşman konsepti devlet düşmanı haline dönüştürülür. Schmitt’in fikirleri yalnızca faşist Nazi rejiminin değil, İslamcılık gibi totaliter ideolojilerin de ilham kaynağı olmuştur.

Bireylerin hukukunun korunması ve mutluluğunun gerçekleştirilmesi gibi somut hedeflerin değil düzenin korunması ve devlet otoritesini tehdit etmesi muhtemel tehlikelerin engellenmesi gibi teorik ve çerçevesini belirlemenin imkânsız olduğu müphem kavramlar üzerinden devletin korunması ve kutsanması totaliter rejimlerin genel karakteridir.

İslamcıların kutsal devlet algısı, siyasetçileri de kutsal görme sonucunu doğurmuştur. Tarihsel örnekler ve ideolojik arka plan bu anlayışı desteklemiştir. Hatta devleti siyasetçilerle özdeşleştirip, bir siyasi lidere karşı olmakla devlete karşı olmayı adeta eşitlemişlerdir. Halbuki yöneticilerin toplumun diğer bireylerinden hiçbir farkı olmadığı dini kaynaklar ve sahabe uygulamalarında özellikle vurgulanmıştır. Hz. Ömer’e halka konuşma yaptığı esnada birisi yaklaşmış ve “Ey insanların en hayırlısı!” diye seslenmiştir. Hz. Ömer, “hayır ben insanların en hayırlısı değilim” diye karşılık vermiş ve “İnsanlardan uzak bir yerde koyunlarını otlatan, sonra şehre gelip onları satan ve kimseden bir şey beklemeden Allah için sadaka olarak muhtaçlara dağıtan bir çoban, insanların en hayırlısıdır” diyerek “İnsanlara faydalı olan insanların en hayırlısıdır” hadis-i şerifini hatırlatmıştır. (Serahsi, Siyer)

Bugün zulüm ve despotizm tarih ve ideoloji üzerinden İslamcı politikacılar eliyle yeniden inşa edilmektedir. Kutsal devlet, kutsal dava ve kutsal yönetici-elit anlayışı ile parti diktası kurmaya çalışan İslamcılık ideolojisi Doğu despotizmi ile Batı faşizminin izdivacından doğan bir ucube görüntüsü vermektedir. İnsan tabiatına aykırı bu tür arkaik rejimlerin uzun süre yaşama şansı olmasa da uzun süre çevrede kalma asabiyesinden kaynaklanan ihtirasın gücünü de küçük görmemek lazımdır.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com