Alvarlı Efe: Ahır sekisinde bir Sultan

TUNCAY OPÇİN 22 Eylül 2019 PORTRE

Efe sözcüğü Türkiye’de yaşayanlar için Ege Bölgesi’yle özdeşleşmiştir. Efe, özellikle Kurtuluş Savaşı yıllarında dağlarda işgalcilere karşı verilen çete savaşlarının özverili yiğitlerinin adıdır. Ancak bunun bir istisnası vardır: Alvarlı Efe Hazretleri. Erzurum-Hasankale’nin Alvar köyünde imamlık yapmış bir isimdi. Ancak onu bütün Türkiye, Fethullah Gülen’in vaazları ve bestelenen, geniş kitlelere ulaşan şiirleriyle tanıdı.

Alvarlı Efe Hazretleri ya da nüfus kaydındaki ismiyle Muhammed Lutfi Budak, tahmin ettiğiniz gibi sıradan bir köy imamı değildi. Klasik medrese eğitimi görmüş, hafızlığını tamamlamış, Arapça ve Farsçayı o dillerde şiir yazabilecek kadar iyi bilen bir isimdi. Tabii bunların da ötesinde, Alvarlı Efe Hazretleri Halidi-Nakşi şeyhiydi.

Şimdi her biri şeyhstarlaşan, lüks ve debdebe içinde yaşayan tasavvuf erbabının tersine, bütün hayatını “mahviyet” ve “tevazu”la yaşamıştı. Alvarlı Efe, köy imamlığı yaptığı yıllar boyunca, dergâhını bir ahır sekisinde açmış, birbirinden harika şiirlerini, mütevazi bir köy evinde yazmış, bağlılarını büyük bir sadelik içinde yetiştirmişti.

ÜÇ AYRI ŞEYHTEN EĞİTİM ALDI
1868’te Erzurum-Hasankale’nin Kındığı Köyü’nde dünyaya gelen Efe Hazretlerinin babası Hüseyin Efendi, aynı zamanda ilk öğretmeniydi. Hüseyin Efendi de, Erzurum’lular tarafından “Nur Efe” diye tanınıyordu. Nur Efe, icazetli din alimi bir sufiydi. Medrese eğitimi sonrasında bir tarikata girmek, bir şeyhe bağlanmak istemiş, Erzurum’da Hacı Feyzullah Efendi’ye kapılanmıştı. Şeyhinin ölümünden sonra ikinci şeyhi ise Amasya’da yaşayan, Mir Hamza Nigari olmuştu.

Nur Efe, Nigari’nin ardından tekrar arayışa başlamış ve Muhammed Küfrevi’ye intisap etmişti. Bu bağlılık hem Nur Efe’nin hem de oğlu Muhammed Lutfi’nin adının bugünlere kadar gelmesine neden oldu. Muhammed Küfrevi, Şemdinlili Şeyh Taha’nın halifesiydi ve şeyhinin ölümünden sonra kendi yolunun piri olmuştu. Şeyh Taha ise, Nakşibendiliğin üçüncü piri, Müceddidiye kolunun kurucusu Halid-i Bağdadi’nin halifesiydi.
Nur Efe, oğluyla birlikte Bitlis’e gitmiş, Muhammed Küfrevi’ye mürit olmak için gitmiş, “Hüseyin Efendi bize kemalinden dolayı gelmiş. Onun hiç kimseye ihtiyacı yoktur” sözleriyle taltif edilmiş ve hilafet alarak geri dönmüştü. Oğlu Muhammed Lutfi de babasına yardımcı tayin edilmiş, beş yıl sonra ise halife olmuştu.

Her iki isim de, Küfreviyye kolu adına irşada başlamışlardı. Hüseyin Efendi, dergâhında müritlerini eğitirken, bir yandan da şiirler kaleme alıyor, edebiyatla uğraşıyordu. Anadolu müziğine “Kadem bastın, gönül tahtın/A sultanım safa geldin” gibi ölümsüz eserler bırakmıştı. Ancak oğlunun şiirlerini tesadüfen dinleyince, kalın bir kitap olacak kadar çok olan şiirlerini yakmış, bu yüzden günümüze sadece bir kaç şiiri ulaşabilmişti.

SOFRASI MİSAFİRSİZ OLMAZDI
Osmanlı İmparatorluğu, 19. Yüzyılın sonlarında artık bütün gücünü kaybetmiş, hızla mukadder akıbetine ilerliyordu. Yıkılma arefesinde yaşanan çalkantılar baba oğulu ilk başlarda hiç etkilemiyordu. Her ikisi de, sohbet, Hatme-i Hacegan ve müzik eşliğinde bağlılarını eğitmekle meşguldü. Ancak bir müddet sonra Erzurum Ruslar tarafından işgal edilecekti. Muhammed Lutfi, bu tarihlerde Tercan-Yavi’de imamlık yapıyordu. Babasını ise Erzurum’da bırakmıştı. Rusya’da yaşanan devrim sonrasında işgal ordusu Erzurum’u terkederken, son kurbanlarından birisi Nur Efe olmuştu. İşgalcilere destek çıkan çetecilerden birisi, Nur Efe’nin üzerindeki kürke tamah etmiş, tüfek dipçiğiyle yaralamış ve ölümüne neden olmuştu.
Muhammed Lutfi, işgalin sonuna doğru 60 kişilik bir gönüllü birliği kurmuş ve Erzurum’a gelmişti. Ağır yaralı bulduğu babası, kısa bir süre sonra vefat etmişti. Muhammed Lutfi, babasının bıraktığı irşad koltuğunu dolduran isim olmuş ve adıyla birlikte anılacağı Alvar Köyü’ne imam olarak yerleşmişti.
Muhammed Lutfi Efendi’ye Hasankale müftülüğü teklif edilmiş, ancak o bu makamı kabul etmeyerek, köy imamlığına başlamıştı. Artık Alvar İmamı ya da Alvarlı Efe olarak anılıyordu. Evi, o dönemde varolan bütün köy evlerinin bir benzeriydi. Uzun ve soğuk kış gecelerinde ahırdan hafif bir yükseltiyle ayrılan sekide, bağlılarını topluyor, sohbetleriyle, şiirleri ve müzikle onları eğitmeye çalışıyordu.

Alvarlı Efe, o dönemde misafirperverliğiyle dikkat çekiyordu. Sofrası hiçbir zaman konuksuz değildi. Alvarlı Efe’nin sofrası üç öğün misafirlerle dolup taşıyor, ancak o misafirlerinin hemen yanı başında, önünde duran düz bir rahlenin üzerinde yemeklerini yiyordu. Ne kadar az yediğinin gelenler tarafından bilinmesini istemiyordu.

ERZURUM’DAN ALVAR’A
Alvarlı Efe de, 1920’lerin ortasından itibaren Türkiye’de yaşanan büyük değişimden nasibini almıştı. Yaşanan sekülerleşme dalgasından, çevresindekilerin en az hasarla çıkmasını arzu ediyor, bunun için de tarikatın “usul ve erkânı” yerine, gönülleri kazanmaya ağırlık veriyordu. Oğlu Seyfullah Mazlumoğlu’nun “Babacığım, dervişlere biraz oturup, kalkmayı öğretsek” teklifini, “Evladım, sıkıştırırsak hepsi kaçarlar” diye kabul etmemişti.

1939’a kadar Alvar’da yaşayan Muhammet Lutfi, hastalıkları yüzünden, köy halkından özür dileyerek Erzurum’a taşınmıştı. Alvarlı Efe, mütevaziliğini burada da elden bırakmamış ve son derece sıradan bir evde yaşamaya başlamıştı. O kadar ki, yaşadığı evin tavanı yoktu. Evin tek lüksü, duvar diplerine yerleştirilen minderlerdi.

Alvarlı Efe, Hac yasağının kalktığı 1946 yılından bir yıl sonra Hac’ca gitmişti. Oradaki hali, tavrı İstanbul’dan gelenlerin de dikkatini çekmişti. Bu isimlerden bir tanesi, daha sonra Alvarlı Efe’yi ziyaret etmiş, yaşadığı ortamı görünce, Erzurum’daki müritlerine sitem etmişti. Bu kadar kıymetli bir insan, bu kadar basit bir evde yaşamamalıydı. O tarihlerde Erzurum’un en lüks konağını alarak Alvarlı Efe’ye bağışlamak isteyen kişiye, Muhammed Lutfi şiddetle karşı çıkmış, böyle bir teklifin yapılmasından dolayı yaşadığı büyük üzüntüyü de çevresindekilere aktarmıştı.

Alvarlı Efe, Hulusi Yahyagil üzerinden Bediüzzaman Said-i Nursi’yle haberleşiyordu. Alvarlı Efe’nin mektuplaştığı bir diğer isim ise, şimdi Çarşamba Cemaati olarak bilinen grubun ilk şeyhi, Ali Haydar Efendi’ydi. Ali Haydar Efendi, Alvarlı Efe’nin babası Hüseyin Efendi’nin öğrencisiydi. Alvarlı Efe’nin gönderdiği mektuplar Ali Haydar Efendi’yi çok memnun etmiş, ikili müritleri üzerinden görüşmeye başlamışlardı.

Alvarlı Efe, ilki 1947 yılında olmak üzere üç defa Hac’ca gitti. İlerleyen yaşıyla birlikte gözlerini kaybetti. Uzun yıllar prostat rahatsızlığı yaşadı. Bütün bu süre zarfında, mütevazi yaşamından taviz vermedi. Bu yönüyle hem halkın hem de Erzurum’da bulunan mülki erkanın saygı ve sevgisini kazandı. Erzurum’un ileri gelen isimlerinin neredeyse tamamı, Alvarlı Efe’ye bağlanmış, rahle-i tedrisinden geçmişti. 1956’da Erzurum’da hayata veda eden Alvarlı Efe, adıyla anıldığı Alvar Köyü’ne sırlandı. O gün bugündür orada ziyaretçilerini kabul ediyor…

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram