Ahmet Altan’dan ‘Bir Cümle’

KRONOS 10 Eylül 2019 GÜNDEM

10 Eylül 2016 sabahı “darbeye ilişkin subliminal mesaj vermek” suçlamasıyla gözaltına alınan yazar Ahmet Altan, 23 Eylül 2016’da tutuklanarak Silivri Cezaevi’ne gönderildi. Yargıtay’ın hakkındaki ağırlaştırılmış müebbet cezasını bozmasına rağmen hâlâ Silivri’de tutuluyor.

Altan’ın cezaevinde yazdığı 19 denemeden oluşan kitabı “Dünyayı Bir Daha Hiç Görmeyeceğim” birçok dilde yayımlandı ve The Guardian, Le Monde, El Mundo, Corriere della Sera gibi gazetelerin eleştirmenlerince büyük övgüyle karşılandı.

Türkçede henüz basılmayan bu kitabın “Bir Cümle” başlıklı ilk denemesinde Altan, üç yıl önce bugün gözaltına alınışını anlatıyor.

İşte, Ahmet Altan’ın özel izniyle Türkçede ilk kez P24Blog’da yayımlanan “Bir Cümle” adlı denemesi:

Uyandım.

Kapı çalınıyordu.

Hemen karşımdaki ışıklı elektronik saate baktım… 05:42 rakamları yanıp sönüyordu.

“Polisler’’ dedim.

Ülkedeki bütün muhalifler gibi ben de her gece, şafak vakti kapının çalınmasını bekleyerek yatıyordum.

Geleceklerini biliyordum.

Gelmişlerdi.

Polis baskını ve ardından yaşanacaklar için giysiler bile hazırlamıştım.

Beli, kendi içinden bir iple bağlanan, kemere gerek göstermeyen ketenden bol siyah bir pantalon, bilekte biten kısa siyah çoraplar, yumuşak, rahat bir spor ayakkabı, ince pamukludan bir tişört ve koyu renk bir gömlek.

“Baskın elbiselerimi” giyip kapıya gittim.

Gözetleme deliğinden baktım.

Terörle Mücadele Şubesi’nin baskınlarda giydiği, göğüslerinde büyük harflerle
“TEM” yazan yelekleriyle polisler duruyordu merdiven sahanlığında. Altı kişiydiler.

Kapıyı açtım.

“Arama ve gözaltı emri var” diyerek içeri girdiler.

Evin kapısını açık bıraktılar.

Karşı komşunun ve alt katın kapılarını da çaldılar… Komşuları da “tanık” olmaları için getirdiler.

Uykulu gözleri, ürkmüş bakışlarıyla iki komşum geldi… Üzgündüler…

Polisler, aynı apartmanda oturduğumuz kardeşim Mehmet Altan için de “gözaltı” kararı olduğunu, ikinci bir ekibin de onun kapısında beklediğini ama açılmadığını söylediler.

“Kaç numaralı daireye gittiklerini” sorunca yanlış bir evin kapısını çaldıkları anlaşıldı.

Mehmet’e telefon ettim.

–Misafirlerimiz var, dedim, kapını aç.

Telefonu kapatınca polislerden biri uzanıp “ben onu alayım” diyerek telefonu aldı.

Evin içine dağılarak aramaya başladılar.

Şafak söküyordu.

Tepelerin ardından kendini gösteren güneşin ışıkları, beyaz bir gül yaprağını andıran gökyüzüne mor, kızıl, eflatun dalgalanmalarla dağılıyordu.

Huzurlu bir Eylül sabahı, benim evimde olanlardan habersiz uyanıyordu.

Polisler evi ararken çay suyu koydum.

–Çay ister misiniz, dedim.

İstemediklerini söylediler.

Babamın sesini taklit ederek:

–Rüşvet değildir, dedim, içebilirsiniz.

Tam kırk beş yıl önce gene böyle bir sabah vakti, bu kez babamı almak için evimizi basmışlardı.

Babam onlara “kahve içip içmeyeceklerini” sormuş, onlar istemediklerini söyleyince de gülerek, “rüşvet değildir, içebilirsiniz” demişti.

Yaşadığım “déjà vu” değildi.

Aynı gerçeğin tekrarıydı.

Bu ülke tarih içinde çok yavaş hareket ettiğinden zaman ileriye doğru gidemiyor, dönüp kendi üstüne katlanıyordu.

Kırk beş yıl sonra aynı sabaha dönmüştü zaman.

Kırk beş yıl süren bir sabah içinde babam ölmüş, ben yaşlanmıştım, şafak ve baskın değişmemişti.

Açık kapının önünde, bana her zaman güven veren gülümsemesiyle Mehmet gözüktü. Etrafı polislerle çevrilmişti.

Vedalaştık.

Polisler Mehmet’i götürdüler.

Kendime bir çay koydum. Bir kâseye “müsli” boşaltıp üstüne süt döktüm. Bir koltuğa oturup, çayımı içip müslimi yiyerek polislerin aramalarını bitirmelerini beklemeye başladım

Ev sessizdi.

Aramalarını sürdüren polislerin eşyaları yerlerinden oynatırken çıkardıkları seslerden başka ses duyulmuyordu.

Romanlarımdan bir kısmını onlarla yazdığım için atmaya kıyamadığım yirmi yıllık eski bilgisayarları, yıllardır biriken eski moda disketleri, halen kullandığım laptopumu kalın naylon torbalara doldurdular.

–Gidelim, dediler.

İçine yedek çamaşırlarımla bir iki kitap attığım çantayı aldım.

Evden çıktık.

Kapıda bekleyen sivil polis arabasına bindik.

Çantamı kucağıma alıp oturdum.

Kapılar kapandı.

Ölüler, öldüklerini bilmezlermiş. İslam mitolojisine göre cenaze mezara konup üstüne toprak atıldıktan sonra cemaat dağılırken ölü de kalkıp evine dönmek istermiş. Kalkmaya çalıştığında başı tabutun kapağına çarpınca öldüğünü anlarmış.

Kapılar kapanınca benim de başım tabutun kapağına vurdu.

O arabanın kapısını açıp inemezdim.

Eve dönemezdim.

Artık bir daha sevdiğim kadını öpemeyecek, çocuklarıma sarılamayacak, dostlarımla buluşamayacak, sokaklarda yürüyemeyecektim, bir çalışma odam, yazı yazacağım bir makinem, elimi uzatacağım bir kütüphanem olmayacaktı, bir keman konçertosu dinleyemeyecek, seyahate çıkamayacaktım, kitapçıları dolaşamayacak, bir fırından ekmek alamayacak, denizi göremeyecektim, bir ağaca bakamayacaktım, çiçeklerin, çimenlerin, yağmurun, toprağın kokusunu duyamayacaktım, bir sinemaya gidemeyecektim, bir daha sucuklu yumurta yiyemeyecek, bir kadeh içki içemeyecek, bir lokantaya gidip balık ısmarlayamayacaktım, güneşin doğuşunu göremeyecektim, kimseye telefon edemeyecektim, kimse bana telefon edemeyecekti, bir daha hiçbir kapıyı kendim açamayacaktım, bir daha perdeleri olan bir odada uyanamayacaktım.

Adım bile değişecekti.

Ahmet Altan silinecek, onun yerine resmî kayıtlardaki Ahmet Hüsrev Altan kullanılacaktı.

“Adın ne” dediklerinde, “Ahmet Hüsrev Altan” diyecek, “nerede kalıyorsun” dediklerinde bir hücrenin adını verecektim.

Artık ne yapacağıma, nerede duracağıma, nerede yatacağıma, ne zaman kalkacağıma, adımın ne olacağına başkaları karar verecekti.

Hep emir alacaktım.

“Dur,” “yürü,” “gir,” “kollarını kaldır,” “ayakkabılarını çıkar,” “konuşma.”

Polis arabası hızla gidiyordu.

On iki günlük uzun bayram tatilinin ilk günüydü. Bizi gözaltına aldıran savcı da dahil şehirdekilerin çoğu tatile gitmişti.

Yollar bomboştu.

Yanımda oturan polis bir sigara yaktı.

Sonra paketi bana uzattı.

Başımı sallayıp, gülümseyerek reddettim:

–Ben, dedim, sadece gergin olduğum zamanlar sigara içiyorum.

İçinde olduğu arabanın kapısını açmaktan aciz, kendi geleceğiyle ilgili karar verme hakkını tümüyle kaybetmiş, adı bile değiştirilmiş, zehirli bir örümceğin ağlarına dolanmış zavallı bir böceğe dönüştürülmüşken, bu gerçeği yok sayan, bu gerçekle alay eden, kendisiyle gerçek arasına ulaşılmaz bir mesafe koyan böyle bir cümleyi düşünmemiş, bilincimin herhangi bir köşesinde böyle bir cümle için verilmiş bir karara rastlamamıştım.

Sanki benim içimde olan tam da “ben” diyemeyeceğim, gene de benim ağzımdan benim sesimle konuştuğuna göre benim bir parçam olan “biri”, polis arabasında demir bir kafese konmak için götürülürken sigarayı sadece “gerginken” içtiğini söylemişti.

O tek cümle birden her şeyi değiştirdi.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram