‘Ağzımızda deniz tuzunun tadı var… Ne de olsa bugün son günümüz’

Madem "Kış, gelmeden önceki her şeye inanmaya itiyor", o zaman korkunç 'tragedya'yla aramızdan ayrılanlara Sonsuzluk ve Bir Gün'deki Arnavut çocuk gibi ağıtlar yakabiliriz.

SELAHATTİN SEVİ 25 Temmuz 2018 GÖRÜŞ

Dağlar yok buralarda, vadiler yok.

Uçsuz bucaksız deniz de yok…

Bir temmuz ikindisinde uzayan gölgenin en ucuna oturuyoruz. Küçük bir su birikintisinin etrafına taşınan kumların üzerinde göçmenlerin mangal ateşinin dumanları yükseliyor. Otuzlu yaşlardaki iki erkekle bir genç kız omuz omuza Kürt müziği eşliğinde halaya durmuş. Suya ayakları değen sandalyelerin üzerinde ‘örtülü’ üç kadın sohbet ediyor. Çocuk cıvıltıları uzaklardan duyulan çan seslerine karışıyor.

Fakat tam da o sırada ‘başka denizler’de büyük trajediler yaşanıyor.

Bunu ancak eve geldiğimizde öğrenebiliyoruz.

Manzara, Angelopoulos sahnelerini andırıyor. Sert rüzgârın yükselttiği alevlerden canlarını kurtarmaya çalışan Atina’nın doğusundaki Mati, Nea Makri, Rafina ve Neo Vutsa bölgelerinin sakinleri ve yazlık misafirleri ‘denizlere çıkan sokaklar’dan sahile sığınıyor.

Fakat adımlarının hızı alevlerden daha yavaş olanlar var! Onlar bugün ’26 kişi birbirlerine sımsıkı sarılmış olarak hayata veda etti’ haberleriyle yaşanmış gerçek bir ‘tragedya’ olarak sonsuz yolculuğa çıktılar.

Onlar için, “Yarın ne kadar sürecek?” sorusunun anlamı artık yok. Çünkü o bir gün, dündü: Ağzımda deniz tuzunun tadı var. Ne de olsa son günüm… Ayrıca her şeyin sonu eninde sonunda bu değil mi?

Hem “zaman dediğin nedir” ki…

Tıpkı eski günlerdeki gibi… Atinalı dostum günün flaş haberini bütün tafsilatıyla kotarmış bile: “Bu önemli, büyük, çok büyük bir olay abi!” diyor.

Ama fotoğraflar?

Sanıyorum foto muhabiri dostlarım sahada.

Lefteris Partsaris erken dönmüş anlaşılan. Geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum online kutucuktan. Ne kadar üzüldüğümü anlatıyorum.

‘Sürgündeki gazeteciler’in yayınladığı Kronos için fotoğraflarını kullanmak istediğimi söylüyorum. “Nasıl bir portfolyo istersiniz?” diye soruyor.

Geniş ve özel foto röportajların yer aldığı Zaman’ın çok eskilerde kaldığını, sadece birkaç fotoğraf kullanmak istediğimi, bunun için bir bütçemizin olmadığını söylüyorum biraz da utanarak.

Gecenin bir vakti en az 3 kere yenilenen sayfalarla ‘komşunun acısı’ Türkçe karşılık buluyor. Ertesi gün yangın sürerken an be an bütün gelişmeler Türk ve Yunan dostlarımızın imecesiyle Kronos sayfalarına yansıyor.

Hani şu, “Son zamanlarda dünyayla tek bağlantım, şu bilinmeyen pencere, bana hep aynı müzikle karşılık veren…” geniş zamanlar kadrajına…

Ustadan öğrenmedik mi, insanın hatırlamadığı ve hatırlanmadığı zaman öleceğini…

Karşı kıyıdan gelen Suriyeli bebeklere keçilerinden sağdıkları sütü ikram eden ‘adalı kadınları’ nasıl unuturuz!

Bir yaz başlangıcında okul çıkışı harçlıklarını birleştirip marketten aldıkları elmaları ve muzları Kos sahilindeki mültecilerle paylaşan pırıl pırıl öğrencileri hatırlamamak mümkün mü?

Resmi üniformasıyla Meriç kıyılarından topladığı Türkiyeli sığınmacılara akşam anne şefkatiyle çikolata getiren, sohbet eden polislerin öyküleri…

Aylar süren uzun misafirlikleri…

Her bir adası özgürlük için birer atlama taşı olan o güzel coğrafyanın insanları yalnız bırakılır mı hiç?

İlk haberler gelmeye başladı bile.

Atina’daki ve Selanik’teki Türkiyeli mülteciler kendiliğinden harekete geçmiş. Önce kan bağışıyla başlamışlar ‘vefa’ dayanışmasına. Sonra da, ekmeğimizi de suyumuzu da paylaşabiliriz diyerek yardıma koşmuşlar.

Ekonomik kriz, yoğun mülteci akını, sosyal çalkantılarla yıllardır türbülansta olan ‘dost ve kardeş’ Yunan halkı umalım ki huzura ersin.

Başka bir felaketin, 1999 depreminin olduğu yıl tanıştığım, cesareti ve kararlılığına her zaman hayran olduğum, yangının etkili olduğu Atina’yı da içine alan Attika’nın valisi Rena Dourou’nun ciddiyetine inanıyorum.

Günün sonunda bir temmuz ikindisinden derin bir acı kalıyor. Ağacın zirvelerinin gölgesi, geniş gövdesinde bittiğinde, yakıcı güneş yüzünü gösteriyor. Pomes ve Sprite’tan müteşekkil mini menümüz bittiğine göre, “Artık eve gidelim” diyoruz.

Telefon hafızasındaki melodiler adımlarımıza eşlik ediyor. Uzak denizlerin kokusunu getirir umuduyla liste başı şarkıdan, ‘Kyma’dan başlıyoruz. Karaindrou kendiliğinden geliyor…

Madem “Kış, gelmeden önceki her şeye inanmaya itiyor”, o zaman korkunç ‘tragedya’yla aramızdan ayrılanlara Sonsuzluk ve Bir Gün’deki Arnavut çocuk gibi ağıtlar yakabiliriz:

Hey! Selim!
Bu gece bizimle olamaman ne acı.
Hey! Selim!
Çok korkuyorum, Selim.
Deniz o kadar büyük ki!
Gittiğin yerde bizi ne bekliyor Selim?
Hepimizin gideceği o yer neye benziyor?
Dağlar mı var, vadiler mi,
Polisler mi var orada askerler mi?
Hiç geriye bakmadık ki biz.
Şimdi tek görebildiğim, deniz,
uçsuz bucaksız deniz.

 

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com