AB’nin pragmatizmi, Erdoğan’ın fırsatçılığı

AB liderlerinin Türkiye ziyareti, muhtemelen Erdoğan’ın da beklemediği ve istemeyeceği şekilde kontrolden çıktı, Avrupa’nın gururu incitildi, İtalya Başbakanı skoru eşitlemek için çıkıp kendisine açıkça “diktatör” dedi. Böylece “pozitif gündem” başlatmak üzere çıkılan yolculuk “Diktatör Erdoğan” sloganlarıyla bitiverdi.

ÖMER MURAT 13 Nisan 2021 GÖRÜŞ

AB Konseyi Başkanı Charles Michel ve AB Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen’in geçen hafta birlikte gerçekleştirdikleri Ankara ziyareti sırasında, Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Sarayında Erdoğan’la görüşmenin yapılacağı salona geçtiklerinde, oturma düzeninin Von der Leyen’in makamıyla münasip bir şekilde ayarlanmamış olmasından dolayı yaşanan kriz, Avrupa ve Türkiye’nin gündemine oturdu. Dünya medyasında “Koltuk Krizi” (Sofagate) olarak anılan hadisede asıl sorumluluğun hangi tarafta bulunduğu, Erdoğan’ın misafirini kasten mi küçük düşürdüğü gibi soruların cevabı arandı.

Diplomasi ve onun önemli bir ayağı olan protokol bir bilim değil, zanaattir. Bu şu demektir: Oturmuş belirli protokol kuralları vardır, ama bunlar her zaman, nasıl hareket edilmesi gerektiğini belirleyebilecek kesinlikte değildirler. Diplomatlık becerisi ve tecrübesinin devreye sokulmasını gerektiren beklenmedik hadiselerin yaşanması her zaman mümkün ve muhtemeldir. Üst düzey bir ziyarette protokol düzenlemelerinin hem evsahibini, hem de konukları memnun edecek şekilde gerçekleştirilmesi hedeflenir. AB liderlerinin son Türkiye ziyareti sırasında bu mümkün olmamış, iki taraf için de hayal kırıklığı ve hatta kızgınlıkla neticelenmiştir.

PROTOKOL KONUĞA VERİLEN DEĞERİ GÖSTERİR

Bir ülkenin belirli bir ziyarette uyguladığı protokol, konuğuna ne ölçüde değer verdiğinin ipuçlarını taşır. “Hatırlı bir konuk gibi” ağırlanmak her siyasetçi için önemli olduğundan, ziyaret öncesinde evsahibi ülkeyi ziyaret eden ön protokol ekibi, kendilerinin küçük düşürüldüğü veya kendilerine daha az değer verildiği havasına yol açabilecek herhangi bir düzenlemeyi önlemek için titizlikle çalışır. Önceki benzer ziyaretlerde neler yapıldığını, başka ülkelerin aynı seviyedeki devletadamlarının ne şekilde ağırlanmış olduklarını inceleyerek taleplerde bulunurlar. Bu ön ekip, evsahibi ülkenin protokol müdürlüğünce ziyaretin gerçekleşeceği tüm mekanlara götürülüp programın baştan sona adeta ayrıntılı bir simülasyonu yapılır.

Dünyada Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı seviyesindeki tüm ziyaretlerin protokol işlemleri genellikle o ülkenin Dışişleri Bakanlığı’nın ilgili dairesinin sorumluluğundadır. Bu Türkiye’de de böyledir. AB liderlerinin son Ankara ziyaretinin protokol işlemleri de bu çerçevede tecrübeli bir kariyer diplomatı tarafından yürütülmüştür. Bunu nereden anlıyoruz? Tüm dünyada “viral” hale gelen Von der Leyen’in kendisine koltuk ayrılmadığı için şaşkınlık ve tepkisinin görüldüğü video kesitindeki dördüncü kişi Cumhurbaşkanlığı’nın bir diplomat olan protokol müdürüdür.

Protokol düzeninde AB Konseyi Başkanı bir cumhurbaşkanı gibi, AB Komisyon Başkanı ise bir başbakan gibidir. Bunların AB içindeki protokol sıralaması da bunu yansıtır. AB Komisyonu Başkanı, AB Parlamentosu Başkanından sonra üçüncü sıradadır. Buradan baktığınızda sanki Von der Leyen’in protokol bakımından Erdoğan’ın eşiti olmadığı hatalı sonucuna düşmeniz kaçınılmaz gibidir. Bu sonuç yanlıştır, çünkü yürütmenin başının her zaman ayrıcalığı vardır. Mesela Erdoğan başbakanken Washington’a gittiğinde Obama’nın eşiti gibi ağırlanmıştır. Obama’nın “Ben devlet başkanıyım, sizin devlet başkanınız ise Gül. O yüzden sizi eşitim gibi kabul edip ağırlayamam” demesi beklenmezdi, böyle bir tavra tevessül etmesi halinde Erdoğan’ı küçük düşürmüş olurdu. Aynı durum İngiltere Başbakanı için de geçerlidir. İngiltere’nin devlet başkanı Kraliçe’dir, ama İngiliz Başbakan Washington’a gittiğinde ABD Başkanı’nın eşiti gibi ağırlanır.

Bununla birlikte burada özel bir durum da sözkonusudur. Şöyle ki bir ülkenin cumhurbaşkanı ve başbakanının aynı anda başka bir ülkeye resmi ziyarette bulunduğu pek görülmemiş bir olaydır. Burada dünyada benzeri olmayan uluslarüstü bir örgütlenme olan AB’nin özel yapısı nedeniyle liderleri ziyaretlerini birlikte düzenlemektedirler. Fakat bu yeni bir gelişme değildir. Erdoğan hem başbakanlığı, hem de cumhurbaşkanlığı dönemlerinde, aynı makamları temsil eden AB liderleriyle hem Türkiye’de hem de Avrupa şehirlerinde biraraya gelmiş ve onlarla eşitleri gibi oturup müzakerelerde bulunmuştur.

Bu genel bilgilerden sonra şimdi son ziyarette nelerin yanlış gittiğine ve bundan kimlerin sorumluluğu olduğuna ilişkin ayrıntılara geçebiliriz. Öncelikle AB ön ekibinde bir eksiklik var, sadece Michel’in ekibi “ziyaret simülasyonunu” yapmak üzere önden geliyor, Von der Leyen’in protokol ekibi “Korona kısıtlamaları” yüzünden onlara katılmıyor ve Michel’in ekibi bu görevi Von der Leyen için de üstleniyor. Tecrübeli bir siyasetçinin böylesine kritik bir ziyaretin hazırlıklarında kendi ekibinin yer almamasının tatsız sonuçları olabileceğini beklemesi gerekirdi, bu bakımdan Von der Leyen’in tedbirsiz davrandığı görülüyor. Kaldı ki şimdi anlıyoruz ki Michel’le aralarında bir rekabet de var.

Erdoğan Von Der Leyen Michael

AB ÖN EKİBİNİN ÖNCEDEN SALONA GÖTÜRÜLMEMESİ YANLIŞMichel’in protokol ekibinin “AB dayanışması” göstermek yerine sadece kendi amirlerine ilişkin düzenlemelere odaklandıkları anlaşılıyor ki bunu farkeden Türk tarafı bundan azami ölçüde istifade etmeyi tercih ediyor. Von der Leyen için bir “tuzak” kurulurken iki taraf da asıl sorumluluğu üstlenmeyecek şekilde ustaca hareket ettiğine inanıyor. Şöyle ki Michel’in ekibi görüşmenin yapılacağı salona “Erdoğan’ın makam odasına yakın olduğu” gerekçesiyle götürülmüyor. Böyle bir mazeret normal şartlarda kabul edilemez. Ön protokol ekibinin, görüşmenin gerçekleştirileceği tüm mekanlara götürülmesi şarttır. Hatta eğer görüşme Erdoğan’ın makam odasında gerçekleşecek bile olsa, Erdoğan’ın programı gereği orada bulunmadığı bir sırada ön ekibin oraya götürülmesi ve konuk devletadamlarının odada nerede, nasıl oturtulacaklarının gösterilmesi gerekir. Örneğin Erdoğan’ın 2013’de Washington’a gerçekleştirdiği ziyaretin koordinasyonunu yapan diplomatlardan biriydim, ön ekibimiz ABD Başkanının o meşhur makam odasına bile götürülmüştü.

Michel’in ekibi belki de bu konuda kasten ısrar göstermeyerek, Von der Leyen’e ayrı bir tekli koltuk ayrılmamasının “suçunu” Türk tarafına bırakmış olduğunu düşündü. Gerçekten de Türk tarafı, AB ön ekibini görüşmenin yapılacağı salona götürmeyerek “suçun” büyük bölümünü üstlenmiş hale düştü. Bu hatayı neden yaptılar? Bunun tecrübesizlikten kaynaklandığını düşünmek yanlış olur. Dediğimiz gibi ziyaretin ayrıntılarını düzenleyenler deneyimli diplomatlar. İşte tam burada Erdoğan’ın müdahalesinin yaşandığını zannediyoruz. Erdoğan, Michel’in ekibinin Von der Leyen’e ilişkin düzenlemelere tabiri caizse “lakayt” yaklaştığını öğrenince bundan istifade etmek için muhtemelen harekete geçiyor ve Michel’le başbaşa görüntü vermeyi kendisi için daha tercihe şayan buluyor. Bunu yaparken Von der Leyen’i rencide edecek olmasını anlamayacak kadar tecrübesiz bir siyasetçi değil. Ama bunu umursamıyor.

Nitekim görüntülere yansıyan ve gözden kaçtığını gördüğüm ilginç bir diyalog var: AB liderleriyle salona girdiğinde Erdoğan Protokol Müdürü’nü gördüğünde ona ismiyle hitap ederek “Alpaslan” diyor. Protokol Müdürü bu seslenişe hemen stresli bir şekilde şu dikkat çekici tepkiyi veriyor:  “Üçlü mü yapalım efendim?” Buradan açıkca belli ki mesele önceden hararetle tartışılmış, Protokol Müdürü’nün aklına yatmamış, belki Erdoğan’ı ikna edememiş, kafası meseleyle o kadar meşgul ki medyanın görüntü aldığı o çok geç aşamada bile Erdoğan’ı ikna edebilirse üçüncü bir koltuğu getirmekten kaçınmayacak. Video görüntüleri kesildiği için Erdoğan’ın Protokol Müdürü’nün bu sorusuna ne cevap verdiğini maalesef duyamıyoruz, fakat bunun olumlu bir yanıt olmadığını anlayabiliyoruz.

Erdoğan’ın Batılı liderler karşısında yaşadığı “bazı komplekslerin” ve belki de ucuz, populist politik kazanım arzusunun ön plana çıkarak aklı selimini gölgelediğini tahmin edebiliriz ki karakterinin bu yönünden kaynaklanan yönelimleri sonucu dış politikada düştüğü yanlışlıklar siyasi kariyerinin adeta mütemmim cüzünü oluşturur. Uluslararası kamuoyunda insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi alanında giderek kural tanımaz otoriter bir siyasi lidere dönüşen imajı, medyadaki neredeyse mutlak kontrolü sayesinde içeride “dünyanın en itibarlı liderlerinden birisi” olduğu iddiasıyla estirdiği propogandayla çarpıştıkça Erdoğan’ın özellikle Batılı liderlerle ilişkilerini karşılıklı güven ve saygı temelinde yürütebilmesi imkansız hale gelmektedir.

Avrupa Birliği geçen ay düzenlenen son liderler zirvesinde Türkiye’ye ilişkin aldığı kararlarla esasen defakto olarak insan hakları, demokratikleşme ve hukukun üstünlüğü konularını iki taraf arasında “mesele yapmaktan” imtina edeceğini açıklamış bulunuyordu. Fakat tabiatıyla bunu böyle açıkca itiraf etmekten kaçınarak AB’nin bildik ağır bürokratik jargonu içerisine gizlediler. Bu, esasen Türkiye’de Erdoğan rejiminin bu alanlardaki ihlalleriyle yüzleşen geniş kesimlere nazikçe “başlarının çaresine bakmaları gerektiğini”, AB’nin çok istese bile yapabileceklerinin kısıtlı olduğunu ilan etmekten başka bir şey değildi. Türkiye’de muhalefetin dış politikaya ilişkin temel konularda ne kadar yanlış yaparsa yapsın iktidarla neredeyse tamamen aynı telden çaldığı gerçeği ortada dururken, AB’nin daha farklı bir yaklaşım sergileyebilmesinin ne derece mümkün olacağı da cayı sualdir. Yine de Avrupa Birliği’ni ayrıcalıklı kılan özelliği bu değerlere verdiği önemdir. Yani Türkiye’yle yürüteceği ilişkilerde bu konulardaki hassasiyetini neredeyse hiç yansıtmadan, Erdoğan rejiminin Doğu Akdeniz’de “uslu durmaya” devam etmesi, düzensiz ve yasadışı göçü engellemek üzere işbirliğine gitmesi gibi önem verdiği jeopolitik konularda beklediği gibi davranması halinde Gümrük Birliği’ni güncelleyeceğini, mülteciler için daha fazla mali yardımda bulunacağını ve vize meselesinde iyileştirmeler yapacağından bahsetmesi yanlıştı. Nitekim stratejide yapılan bu yanlışlık Türkiye’ye yapılan ilk ziyarette ağır bir kazanın yaşanmasına yol açtı.


 

Erdoğan AB’den aldığı fonlarla “İnsan Hakları Eylem Planı” açıkladığı Mart ayında, adeta dalga geçer gibi, kadına karşı şiddeti önlemeyi hedefleyen İstanbul Sözleşmesinden bir geceyarısı çekilivermiş, insan hakları savunuculuğuyla bilinen bir milletvekilini bir twiti RT ettiği gibi komik bir gerekçeyle yaka paça TBMM’den dışarı atıp tutuklatmıştı. Sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi Erdoğan’a “bakın otoriterliğimi nasıl kabul ettirdim” fotoğrafını verdirmek üzere “pozitif ajanda başlatıyoruz” gibi samimi olmayan bir iddiayla Ankara’ya ziyaret düzenlemek AB açısından ilkesel olarak hatalıydı. Bu yaklaşımla cesaret kazanan Erdoğan, AB kurumları arasındaki bölünmüşlükten de istifade ederek AB liderleri karşısında kendisini biraz daha üstün bir konumda göstermeyi denedi. Ama AB Komisyonu Başkanı’nın kadın olması “zincirleme kazaya” yol açtı; kendisinin doğru düzgün bir gerekçe göstermeden İstanbul Sözleşmesinden henüz çekilmiş olmasının dünya kamuoyunda estirdiği olumsuz hava dağılmamıştı, bu ortamda hadisenin dünyada algılanış şeklinin bir “protokol maçoluğu” olması kaçınılmazdı. Ve işler muhtemelen Erdoğan’ın da beklemediği ve istemeyeceği şekilde kontrolden çıktı, Avrupa’nın gururu incitildi, İtalya Başbakanı skoru eşitlemek için çıkıp kendisine açıkça “diktatör” dedi. Böylece “pozitif gündem” başlatmak üzere çıkılan yolculuk “Diktatör Erdoğan” sloganlarıyla bitiverdi. Sloganın “telif hakkı” kendilerine ait olan Türk muhaliflerin yüzünde acı bir tebessüm bırakarak…