Taliban mı kazandı, ABD mi kaybetti?

Taliban liderlerini bile şaşırtan bu netice, örgütün olağanüstü askeri kabiliyetlerinden ziyade ABD’nin ve kurdurduğu Afgan hükümetinin başarısızlığıyla ilgilidir.

ÖMER MURAT 29 Ağustos 2021 YAZARLAR

ABD’nin Afganistan’da 2001’de başlattığı askeri harekat sonrası şehirlerdeki hakimiyetini kısa süre içerisinde kaybeden Taliban geçtiğimiz yirmi yıl boyunca sadece kırsal bölgelerde tutunmuştu. Örgüt Afganistan’da bir bölgesel başşehirde ilk kez hakim olmayı 6 Ağustos’ta İran sınırındaki Zerenc’i aldığında başardı. Tamı tamına on gün içinde diğer tüm bölgesel başşehirler birbiri ardısıra domino taşları gibi düştü, Taliban en son 15 Ağustos’ta neredeyse kurşun sıkmadan Kabil’i de alarak ülkede hakimiyetini kurduğunu ilan etti. Taliban liderlerini bile şaşırtan bu netice, örgütün olağanüstü askeri kabiliyetlerinden ziyade ABD’nin ve kurdurduğu Afgan hükümetinin başarısızlığıyla ilgilidir. Bunun nedenlerini anlamak gerekir.

Öncelikle ABD, Afganistan’da Taliban idaresini devirdiğinde ülke on yıllık Sovyet işgali ve onu takip eden iç savaş sonrası ilk kez kazanmış olduğu güvenlik ortamını da kaybetti. Evet, Taliban büyük bir ülkeyi ehliyetle idare edebilecek siyasi ve diplomatik kabiliyetlerden yoksundu, örgüt mensuplarının sosyal yapısını yansıtır şekilde köylü, kırsal, ataerkil değerlerin şekillendirdiği bir şeriat anlayışını tüm ülkeye hakim kılmaya çalışıyordu. Kadınlara zorla burka giydirmesi, erkekleri sakal bırakmaya zorlaması gibi göze çarpan aşırılıkları vardı. Ama pek çok gözlemcinin de teslim ettiği gibi başarılı olduğu bir konu vardı ki o da ülkeye güvenlik getirmişti. Yıllar sonra ilk kez ülkenin bir ucundan diğerine can ve mal güvenliği endişesine düşmeden gidebilmek mümkün hale gelmişti. ABD askeri harekatı ve sonrasında kurulan Afgan hükümeti bu tür bir ortamı tam olarak sağlayamadı.

Afganistan’da derme-çatma kurulmuş pek çok mülteci kampından biri

Öte yandan ülke yirmi yıl boyunca sosyo-ekonomik açıdan bir sıçrama da gerçekleştiremedi. ABD için ülkenin “yeniden inşasında” askeri yaklaşım esastı. Biden Yönetimini bugün Afganistan’dan çekilme kararı dolayısıyla eleştiren Cumhuriyetçi şahinler, söylemlerinde tüm sorunu ABD ordusunun ülkede bulundurduğu asker sayılarıyla ilişkilendirmektedir. Herkes ABD’nin Afganistan’a 2,2 trilyon dolar harcadığını söylemekle birlikte bu paranın büyük bölümünün Pentagon bütçesine ve Amerikan askerî-endüstriyel kompleksini oluşturan şirketlerin cebine gittiğinden bahseden ise pek kimse yoktur.

ABD’nin Afganistan’a yaptığı “kalkınma yardımlarının”, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın yeniden inşası için verdiği Marshall yardımlarından fazla olduğu belirtilmektedir. Fakat bu muazzam yardım bugün Afgan halkının üçte birinden fazlasının açlık sınırında olduğu gerçeğini değiştirememiştir. Bunun nedeni ABD işgali sonrası kurulan Afgan rejiminin tepeden tırnağa yolsuzluklara batmış halde bulunmasıdır. Bu sorun yıllardır devam ettiği halde Batılı güçler sistemi düzeltmeye çalışmak yerine yardımlarını yolsuzlukları ayyuka çıkmış bakanlık ve yetkilileri “by-pass” ederek harcama gibi yöntemlere odaklanmıştır.

ABD 300 bin askerden oluşan bir Afgan ordusu kurmak için milyarca dolar harcarken, tüm siyasi rejimi içten çürüten yolsuzluklara, verdiği kalkınma yardımlarının hedeflediği neticeleri üretememesine bir çözüm getirememiştir. Bir kesim paraları istif ederken, 2020’de her iki Afgandan biri (yüzde 47,3) yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. 2019 itibariyle her üç Afgandan biri (yüzde 34) günde 1,90 dolardan daha az kazanıyordu. BM 2020’de yayınladığı bir raporunda pandemi nedeniyle ülkede yoksulluk oranının yüzde 65’lere çıkabileceği uyarısında bulunuyordu. Geçen yıl Cumhurbaşkanı Eşref Gani, nüfusun yüzde 90’ının hükümetin belirlediği günde 2 dolarlık fakirlik sınırının altında yaşadığını açıkladı. Batılı güçlerin katkıları şehirlerde yoğunlaşırken nüfusun dörtte üçünün yaşadığı kırsal kesimin hayatında kayda değer bir iyileşme olmadı.

Aldığı gıda yardımlarını kaldığı mülteci kampına götürmeye çalışan bir Afgan kadın

Afgan hükümetini oluşturan unsurlar kabile, bölgesel, etnik ve mezhepsel farklılıklara bölünmüştü. Onları aynı ideal etrafından biraraya getiren bir devlet örgütlenmesini kurabilme başarısını gösteremediler. ABD’nin verdiği dolarlar kesilince Afgan ordusunu ayakta tutan başka hiçbir dayanağın olmadığı açıkça ortaya çıktı. Küçük rütbeli askerler başlarındaki komutanlarının kendilerine kötü davranmasından, iaşe ve ibadeleri, maaşları için ayrılmış bütçeyi utanmadan kendi ceplerine indirmelerinden bezmişti. Kabil’de Taliban’a karşı savaşanların tedavi edildiği askeri hastanenin parası ve sağlık malzemelerinin ilgili komutanlar tarafından çalındığından bahsediliyordu. Taliban’ın 75 bin savaşçıdan oluşan gücüne karşı savaşan Afgan ordusunun gerçek sayısının 300 binin çok altında olduğu, çünkü komutanların daha fazla para alabilmek için listeleri şişirdikleri belirtiliyordu. Taliban’la savaş boyunca ABD-NATO operasyonları sırasında gerçekleşen hatalı, dikkatsiz bombalamalar sonucu pek çoğu çocuk ve kadın 60 bin kadar sivil kayıp vermiş bir halk, böyle bir orduya dayanan bir devleti ayakta tutmak için hayatını feda etmeyi daha ne kadar süre göze alacaktı? Ülkedeki hemen her şehirde ve her kabilede üyesi olan Taliban aşırılıkçı İslami bir ideoloji etrafında birliktelik sağlamayı başararak çok daha güçlü bir örgütlenme kurdu.


 

Batılı ülkelerin Taliban’ın tanınması meselesi çözülene kadar banka hesaplarını ve transferleri dondurması, tüm mali yardımları kesmesi dolayısıyla zaten kötü durumdaki Afgan ekonomisi çökme noktasında… Afgan parasının “pul” haline dönüşmesi ülkede açlık tehlikesi altındaki insanların sayısını daha da arttıracak. Kontrolü altındaki bölgelerden yapılan ithalat ve (uyuşturucu dahil) ihracatı vergilendirerek zengin kaynaklara kavuşma becerisi göstermiş olan Taliban’ın daha az yolsuz bir sistem kurabileceği, bu sayede ekonomiyi belli ölçüde düzeltebileceğini düşünenler olduğu gibi Afgan bütçesinin üçte ikisinin dış yardımlarla oluştuğunu hatırlatıp bunların kesilmesi halinde ekonominin ayağa kalkma ihtimalinin olmadığını iddia edenler de var. Kimin haklı olduğunu zaman gösterecektir.

BM Dünya Gıda Programına göre şu an her üç Afgan’dan biri açlık tehlikesi altında. Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu) dün ülkede halihazırda 18 milyondan fazla insanın “acil ihtiyaç” halinde bulunduğunu duyurarak başta sağlık malzemeleri olmak üzere gerekli yardımın ulaştırılabilmesi için bir “hava köprüsü” oluşturulması çağrısı yaptılar. Taliban idaresi sonrası hayatı tehlike altında olan insanlara ve ailelerine yardım etmenin Batı’nın öncelikli sorumlulukları arasında olduğundan kuşku yoktur. Fakat aynı sorumluluk, yirmi yıldır işgal altında tutulan bir ülkeden çekilirken açlık tehlikesi altında bulunan milyonlarca Afgan’a yönelik olarak da sözkonusudur. Oysa bugün dünya medyasının gündemini sözkonusu tahliye operasyonları doldurmuşken, BM’nin milyonlarca Afgan’a yardım edilmesi için “hava köprüsü” kurulması çağrısı neredeyse haberlerde yer bile bulmamıştır. Taliban rejimi tanınmadığı halde onunla tahliye operasyonları sırasında mecburen yapılan işbirliği bir başlangıç olarak görülüp uluslararası yardım kuruluşlarının faaliyetlerini ara vermeden ne şekilde sürdürebilecekleri meselesine çözüm bulunması, başta Batı olmak üzere uluslararası toplumun Afgan halkını onun her zaman iyiliğini düşündüğüne ikna edebilmesi için de şarttır. Aksi takdirde halkın “aşırılıkçı” örgütlere meyletmesi sonrası yaşanan sorunları “askeri operasyonlarla” çözmeye çalışmanın sonuç getirici olmayacağı umarız ki artık iyice anlaşılmıştır.

Afgan halkı BM’nin dağıttığı gıda ve temizlik yardımlarını alırken

Özelde ABD’yi, genelde Batı’yı bugün hala dünyada özel ve güçlü yapan hususiyetler kendi ülkelerinde kurdukları kapsayıcı demokrasi, sosyal güvenlik sistemi, hukukun üstünlüğü ve bunlara dayanan ileri eğitim ve sağlık hizmetleridir. Batılı devletler bu hak ve hizmetleri sadece kendi vatandaşlarına değil, kendi topraklarında yaşamaları halinde diğer insanlardan da büyük ölçüde esirgememektedirler. Oysa aynı yaklaşımı, şu ya da bu nedenle işgal altına aldıkları ülkelerde geliştirebilmeyi başaramamışlardır.

Her toplumun kendi tarihi ve kültürü doğrultusunda geliştirdiği bir yaşam ve idare tarzı vardır. Bir toplumu ileriye götürmenin yolu, Amerikalıların sevdikleri bir deyimle onlara “balık vermek” değil, “balık tutmasını öğretmektir.” Tarihleri boyunca hiç bir imparatorluğun sömürgesi olmamakla, etraflarındaki büyük devletlerin hiçbirinin boyunduruğu altında kalmamakla övünen Afganlılar için kalkınacaklarsa da bunu kendi buldukları bir yoldan ve kendi renklerini vererek gerçekleştirmeleri çok önemlidir. Herkesin “küçük bir Amerika” olmayı hayal ettiği veya ancak öyle refah ve mutluluğa ereceği yanlış varsayımlardır. Bu gerçeğin anlaşılması bakımından sanırım Afganistan’dan çekilme, sadece ABD dış politikası için değil Batı’nın diğer bölgelerde kurduğu hakimiyet açısından da bir dönüm noktasına işaret etmektedir

Taliban’ın yönetimi ele geçirmesinin ardından ülkeden ayrılmak isteyen sivillerin tahliyeleri Kabil havaalanından sürüyor.

Biden Yönetimi önümüzdeki dönemde Afganistan’dan iyi koordine edilmemiş ve sonuçları dikkatlice hesaplanmamış şekilde, adeta kaçar gibi gerçekleştirilen çekilmenin ABD’nin prestijine vurduğu ağır darbenin etkilerini bertaraf etmenin yollarını aramakla meşgul olacaktır. Almanya’nın önümüzdeki ay gerçekleştirilecek genel seçimlerinde Merkel’in yerine geçme ihtimali yüksek olan Hristiyan Demokratlar’ın şansölye adayı Armin Laschet hadiseyi “NATO’nun kuruluşundan bu yana yaşadığı en büyük fiyasko” olarak nitelendirdi. Avrupa Birliği’nin dış politika şefi Josep Borrell, Biden’in “biz Afganistan’a devlet inşa etmeye değil, güvenliğimize yönelik tehditleri bertaraf etmeye gittik” şeklindeki savunmasını “Devlet inşa etmek amacımız değil miydi?! Bu tartışılır!” sözleriyle eleştirdi. Bir Fransız vekil (Nathalie Loiseau) Biden’ın seçim sloganına atıfta bulunarak “Yanılmışız, Amerika geri döndü sanıyorduk ama Amerika geri çekiliyor” yorumunu yaptı. İngiltere’nin eski Başbakanı Tony Blair ise Biden Yönetiminin “ilelebet süren savaşları sona erdirme” şeklindeki “embesil siyasi slogana” teslim olduğu ağır eleştirisini getirdi.


 

Çek Cumhurbaşkanı Milos Zeman’ın “Afganistan’dan geri çekilerek Amerikalılar küresel liderlik konumunu kaybettiler” tespitinin doğruluğu yadsınamaz. Bununla birlikte dünyada Batı üstünlüğünün “sonunun” gelmiş olduğunu iddia etmek zordur. Öngörülebilir bir gelecekte Batı’yla münasebetlerini, menfaatlerin karşılıklı gözetildiği ortak bir zeminde yürütebilmeyi başaramayan tüm devletlerin dış politika ve ekonomide ciddi sorunlarla yüzleşmeleri kaçınılmazdır. Fakat Afganistan’da yaşanan dramatik gelişmelerin dünyada Batı askeri yayılmacılığı bakımından “sonun başlangıcı” olduğunu, bundan sonra Batılı ülkelerin bu türden yeni maceralara girişme ihtimalinin neredeyse kalmadığını söylemek mümkündür. Dünyada hala en ileri silahların üretimini elinde bulunduran Batı’yı askeri alanda cidden tehdit edebilecek güçlerin ortaya çıkabilmesi kolay değildir. Fakat artık Batı’nın askeri işgallerle iradesini dayatabileceğine dair özgüveninden pek eser kalmadığı ortadadır. Bu itibarla, Batı’nın Çin’e karşı oluşturmayı planladığı ortak cephenin aktif bir askeri boyutu olacağını hesaplayanlar varsa Avrupa’yı bu işe ikna etmekte artık çok ama çok zorlanacaklardır. Batı’nın bundan sonra finansal, ticari ve bilimsel alanlardaki üstünlüğüne dayanarak siyaset üretmeye odaklanması şaşırtıcı olmayacaktır.