Sürgün tiyatrocu Canbay: 12 Eylül döneminde bile bu kadar kin yoktu

35 yıl önce ‘terörist’ ilan edildiği ülkesinden ayrılmak zorunda kalan Mahmut Canbay: Bizler 12 Eylül faşizmine karşı çıkarken askeri yönetimin son bulacağı umudunu hep taşıdık. Bu iktidar ‘ortalığı kana bulamakla’ tehdit edecek kadar ileri gitti. “12 Eylül cuntası bile bugünkü gibi yüz binlerce kişiyi mağdur etmemişti.”

BUKET GÜNEY 28 Mart 2021 SÖYLEŞİ

Türkiye birçok dönemde gençlerini, aydınlarını ve bilim insanlarını sürgünde uzun yıllar yaşamaya mahkum etti, etmeye de devam ediyor. Tiyatro sanat yönetmeni Mahmut Canbay da bu isimlerden biri.

12 Eylül sürgünlerinden Canbay, 19 yaşında ülkesindeki işkence ve hukuksuzluklara mücadele etmeyi tercih ettiği için “terörist” ilan edilmiş. 12 Eylül atmosferinde hakkındaki suçlamaları ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını görünce ülkesini 1986’da terk etmeye karar vermiş. 35 yıldır Almanya’da yaşıyor. Mahmut Canbay tutunma sürecinde kendini sanatla yenilemiş.

Canbay, Köln’de tiyatro rejisi ve pedagojisi alanında akademik eğitim aldıktan sonra profesyonel olarak sanat çalışmalarına devam etmiş. Göçmen kökenli tiyatroculara yaptığı çağrı ile Türk, Kürt, İranlı, Yunan ve Alman 15 sanatçı bir araya gelerek Mut (cesaret) Tiyatrosu’nu kurmuşlar. Bu, Canbay’ın yaşadığı toplumda ezber bozan bir hamle. Zira göçmen kökenli sanatçılar Alman sahnelerinde yer bulamıyor. Üstelik oyunlarının birçoğu iki dilli. Böylelikle Mut Tiyatrosu Canbay’ın ifadesiyle Ali ile Hans’ı Fatma ile Monika’yı bir araya getiriyor. Ahmet Altan’ın mücadeleci ve korkusuz duruşunu konu edinen “Hücreden Düşünceler” adlı eserinden uyarlama yeni oyunları da Nisan ayında izleyiciyle buluşacak.

Mahmut Canbay ile 12 Eylül sürecinde yaşadıklarını, göç hikâyesini, mülteci olarak tutunma süreci ve tiyatroyu konuştuk.

35 yıldır Almanya’dasınız. Nasıl karar verdiniz Türkiye’den ayrılmaya?
Bu soru bana Ahmet Kaya’nın bir şarkısını hatırlattı: ‘Karar vermek zor.’ 12 Eylül darbesi olduğu günlerde tutukluydum. 1981’de tahliye edildiğimde 22 yaşlarındaydım. Çevremde yoğun bir baskı vardı. Artık çocuk olmadığımın herkes farkındaydı ve bir karar vermem gerekiyordu. Ya üniversite okuyacak ya da ekmeğimi kazanmanın yolunu bulacaktım. 12 Eylül darbesi hukuk, sosyal yaşam, eğitim, sanat, insan hakları gibi toplumun bütün can damarlarına müdahale etmişti. Gözaltı, işkence, binlerce tutuklu insan vardı. Dışkı yedirme, copla tecavüz, lağım suyuna batırıp çıkarmalar ve idam edilen gençler… Cunta yönetimine göre üniversiteler en tehlikeli yerlerdi. En büyük baskı ve kontrol buradaki gençlere uygulanıyordu. Üniversitelerin özerkliği kalmamıştı artık. Bilim insanlarına ‘askerler’ komut veriyordu.

17 YAŞINDA TUTUKLANDI, 5 YIL KAÇTI

Sizin ‘suç’unuz neydi?

Çocukluk yıllarında yaşadığım çevrenin etkisi olsa gerek, erken yaşta politikleştim. Siyasete ciddi bir ilgim vardı. 14 yaşındayken üç arkadaş yasak kitapları okula getirmek ve diğer öğrencilerin kafasını karıştırmak suçlaması ile iki hafta cezaevinde yattık. 1977’lerde yasa dışı örgüt üyeliğinden 17 yaşında tutuklandım. 80 darbesi olduğunda Ordu Cezaevi’ndeydim. 1981’de serbest bırakıldım. Orada binlerce insanın yaşadığı zulüm sebebiyle serbest kaldığıma sevinemedim. Kararlıydım. Aileme veda ederek 12 Eylül cunta yönetiminin son bulması için çeşitli grup ve inisiyatiflere katılarak mücadele edecektim. Bu, benim için darbe zihniyetine karşı aktif bir tavır almaktı. Çok kısa sürede hakkımda tutuklama kararı çıktı. 5 sene ülkede ‘illegal’ yaşamak zorunda kaldım. Anne ve babam defalarca benden dolayı tutuklandı ve işkence gördüler. Ülkeyi yönetenler, demokrasi ve özgürlük arayışındaki gençlere kulak vermek, taleplerini dinlemek yerine, orantısız bir şiddet uyguladı. Bununla mücadele ettiğimiz için ‘terörist’ ilan edildik. O şartlarda bu içi boş ve haksız suçlamaları ortadan kaldırma şansım olmadığından ülkemi 1986’da terk ettim.

Ve anlattıklarınız bugün de yaşanıyor; terörist ilan edilenler, işkenceler, ölümler…

‘Bir dejavu mu yaşıyoruz?’ yoksa ‘diktatörlük bizim kaderimiz mi?’ diye düşünmeden edemiyor insan. Özellikle üniversitelere keyfi ve partizanca rektör atamaları ve buna karşı çıkan, demokratik haklarını kullanmak isteyen öğrencilere yapılan zulüm bana o dönemi hatırlatıyor. Diğer yandan hakkını arayan insanlar işlerinden atılıyor. 12 Eylül cuntası bile bugünkü hükümet gibi yüz binlerce kişiyi böyle mağdur etmemişti. Fark sadece şu: 12 Eylül darbesi ile bir askeri yönetim iktidara el koydu ve cuntanın lideri Kenan Evren bunu inkâr etmedi. Ve bizler 12 Eylül faşizmine karşı çıkarken, bir süre sonra bu askeri yönetimin son bulacağı ve uzun sürmeyeceği umudunu hep taşıdık. Ancak bu hükümetin gideceğini umut etmek ne yazık ki zorlaştı. Tekrar iktidar olamazlarsa ‘ortalığı kana bulamakla’ tehdit edecek kadar ileri gittiler. Saraydan yönlendirilen hükümet, iktidarı asla geri vermemek için kışkırtıcı, ayrıştırıcı ve düşmanlaştırıcı her yola başvurabiliyor. Askeri darbe döneminde bile bu kadar kin ve garabet yoktu. Bu hükümet aklımızla alay ediyor.

Çok ümitsiz gibisiniz.

Elbette ümidim var. Diktatörlükler her zaman kendi tezatlarını oluştururlar. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin mücadelesi buna güzel bir örnek. Korkmadan sokağa çıkıp direnen ve sesini yükselten insanlar var ve daha da fazla olacaktır. Buna sanatçılarda destek veriyor ve vermeliler.

Sanatla direnmek de imkânsızlaşıyor.

Kesinlikle! Sabah saat beşte her an kapın çalınıp, ‘Neden, gözaltına alınıyorum’ demene fırsat verilmeden tutuklanabiliyorsun. Başımızdan geçen bir olayı anlatayım. Şubat 2021 de İzmir’deki partner tiyatromuzun oyuncuları ile live-stream çerçevesinde ortak bir oyun sunacaktık. Birden iletişimimiz kesildi. Hiçbiri telefonlarına cevap vermiyor. Sonrasında öğrendik ki İzmir’de bir sokak tiyatrosunda hükümetin politikalarını eleştiren bir oyun sahneledikleri için arka arkaya haftalarca gözaltında tutulup mağdur edilmişler. Ben de iki yıldır Türkiye’ye gidemiyorum. İçişleri Bakanlığı hakkımda Türkiye’ye süresiz giriş yasağı koydu. Aynı 12 Eylül 1980’lerde olduğu gibi. Birçok sanatçı ve aydın, baskıdan dolayı bugün de ülkesini terk etmek zorunda. Sanatı kendi iktidarının maşası gören, “sanatçıyı” saraylarda yemekli, sazlı ve sözlü gösterilerle kontrol altında tutan bu zihniyet sanat anlayışına zarar veriyor.

Sanat sizin mücadelenize devam edebilmek için seçtiğiniz bir alan gibi…

Hayalperest bir insanım. Bu sebepten olsa gerek Don Kişot‘a ve cesaretine hayranım. Tiyatroda en çok etkilendiğim şey, hayal ve gerçekler arasındaki diyalektik bütünlük. Tiyatronun büyüsü burada başlıyor. Sahnenin, güzel görüntüsü, iniş çıkışları, oyuncuların yeteneği, vücudu, ruhu ve hayal gücüyle yarattığı etkileyici rol… Hiçbir yerde cesaret edemediğin soruları sahnede sorabiliyorsun. İşte burada beklenmedik çözümler bulunur, yeni bilgiler kazanılır.

Hayatın bütün ayrıntılarını tiyatro ile tabusuz ve cesaretle işlemek mümkün. Lise yıllarımda tiyatroya ilgi duymaya başlamıştım. Hatta 15 yaşında iken Gorki’nin “Ana” isimli oyununun provasını ailemle yapmıştık. Ülkeyi terk etmek zorunda kalıp Hamburg’a gelince, yaban ellerde “ah vah çekmek“ yerine meydan okuyan, hayata ikinci defa gözümü açıyormuş gibi büyük bir istek ve umutla, politik göçmen olarak yaşamımı idame ettirmeye çalıştım. Hamburg’a geldiğimde Ankara’da bale eğitimi almış bir arkadaşım Aydın Erol ve müzisyen Fuat Saka ile yollarımız kesişti. Dans, müzik ve tiyatro etkinliklerini organize edecek bir dernek kurduk. Ne yazık ki Aydın Erol bir kazaya kurban gitti. Fuat Saka, Aydın’ı kaybetmenin üzüntüsünden dernek çalışmasını götüremeyeceğini söyleyerek geri çekildi ve müzik çalışmalarına devam etti. Devam etmek isteyen arkadaşlarla tiyatroyu bugünlere getirdik.

Mut Tiyatrosu nasıl kuruldu?

Mut Tiyatrosu’nu (Mut Theater), çok sonraları, 2005’de hayatı sanatla anlamak ve yeni kapılar açabilmek umudu ile kurduk. Konseptimiz “Tiyatroda sihirli kelimeler beklemeyin. Küçük bir jest yeterlidir.” Mut, Almanca bir kelime ve ‘cesaret’ anlamına geliyor. Buradaki cesaret, tiyatroyu toplumumuzun çeşitliliğine bir pencere olarak görebilmek. Tiyatro oyunlarımızın yanı sıra, kabare ve konserler, misafir grupların disiplinlerarası performansları Mut sahnesinin ayrılmaz bir parçası. Burada kişisel katkım zannedersem sanata olan inancım. 1998 ile 2002 yıllarında Köln’de tiyatro rejisi ve tiyatro pedagogluğu üzerine aldığım akademik eğitimden sonra çalışmalarımızı profesyonelleştirmeye karar verdim. 2005’lerde göçmen kökenli tiyatro sanatçılarına bir çağrı yaptım ve yaklaşık 15 tiyatro sanatçısı (Türk, Kürt, İran, Yunan ve Almanlar) MUT Tiyatrosu’nu kurduk. Tabi buradaki en büyük motivasyonlarımızdan biri, Hamburg’da göçmenlerle Almanları bir araya getirecek tiyatronun olmamasıydı. Göçmen kökenli sanatçılar Alman sahnelerinde yer alamıyor ya da sadece klişe rollerde oynatılıyordu. Mesela bir köle rolü için Afrikalı oyuncu bulunuyor, temizlikçi aranıyorsa Türkiyeli bir kadın düşünülüyordu. Mut Tiyatrosu’nu kurarak buna son vermek istedik. Örnegin, Schiller’in Maria Stuart oyununda Kraliçe Elizabeth rolünü Etiyopyalı bir kadına oynattık.

Almanya’daki tiyatro camiasını tanıma süreciniz nasıldı?

Mut Tiyatrosu, Almanya Tiyatrolar Birliği’nin üyesi ve Hamburg Kültür Dairesi’nin bir sanat kurumu olarak kabul gördüğü ve desteklediği bir şehir tiyatrosu. Bunun için çok uzun soluklu bir yol kat ettik. Hamburg Kültür Dairesi bize desteğini her iki yılda bir yaptığı sınavla (sanatsal yeterlilik kontrolü) sürdürmeye devam ediyor. İki yılda bir hazırladığım yeni tiyatro oyununu jüri karşısında sergiliyoruz. Oyunun sanatsal ve estetik düzeyi değerlendirilerek desteğin verilip verilmeyeceğine karar veriliyor. Tam 16 senedir bu sınavlarda başarı elde ediyoruz ve bizim için bir başarı grafiği.

Oyunlarınızdan iki dilli olanlar da var.

Çok dillilik küreselleşen dünyada artık bir ihtiyaç. Tiyatroda da olmalı. Oyunlarımızda bu bir süs ya da etiket değil. Bir konsept. Çok dilli tiyatronun hedeflerinden biri, izleyicilere tiyatro estetiği ve oyunculuk potansiyelinin zenginliğini göstermek ve bakış açısını genişletebilmek. Özellikle genç tiyatrocular çok dilliliğin ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunun farkında. Mut Tiyatrosu dramaturji kumaşını çok dillilikten ve çok kültürlülükten alıyor. Bu Ali ile Hans’ı Fatma ile Monika’yı bir araya getiriyor.

Almanya’daki Türkiye kökenlilerin tiyatroya ilgisi nasıl?

Bir istatistik yok ama göçmenlerin çoğunluğu televizyon izleyerek kültürel tüketimde bulunuyor. Almanlarda da bu oranın yüksek olduğunu düşünüyorum. Halbuki sanatsal üretim, izleyicide zihinsel bir doyum oluşturabilmeli. Onda muhasebe yapma ihtiyacını hissettirmeli. Hayatında hiç tiyatroya, müzeye gitmemiş binlerce Türkiyeli Hamburg’da yaşıyor. Üniversitede bir asistan arkadaşım “göçmenlerin sanatsal etkinliklere ilgisini“ araştıran bir çalışma yaptı. Hazırladığı söyleşiyi yapacak göçmen kökenli insanlar arıyordu. Onu bir gün akrabamızın düğüne götürdüm. Orada misafirlere “tiyatroya yılda ya da ayda kaç defa gittiklerini“ sormuştu. 70-80 kişiden aldığı bu cevaplar hayal kırıklığına uğrattı bizi. Hatta bazılarının “Benim tiyatro da işim olamaz!“ gibi sert yanıtları da var. Birkaç Türkiyeli sanatçı arkadaşımla ‘bunu nasıl değiştirebiliriz?’ diye düşündük. Yılda bir defa olmak üzere “Tiyatro Köprüsü Festivali” (Theaterbrücken-Festival) yapmaya karar verdik. Dört yıldır bunu organize ediyoruz. Hem Türkiye’den hem Avrupa’nın başka şehirlerinden ve Hamburg’dan tiyatro gruplarını festivale davet ettik. Farklı sanat aktiviteleriyle izleyicilerin tiyatro ile bağını kurmaya, güçlendirmeye çalışıyoruz.

Oyunlarınızın belli bir teması var mı?

Göçmen kitlesi bazen oyunların temasını belirlemede etkili oluyor. Dramaturji kaynağımız onların hayata dair kavgaları, hayalleri, gelecek planları ve umutları. Onların hayatinin sahneye taşınması bir sanatsal yansıma. Alman tiyatroları da bu konulara odaklanıyor. Dramaturglar göç hikâyelerin peşinde. 2021 yılının sonbaharında hazırlayacağımız yeni bir oyun “Meine Eltern, Gastarbeiter“ (Misafir işçi olan ailem) göçün Almanya’da nasıl bir zenginlik yarattığını ele alacak. Göçü, toplumsal bir sorun değil, çeşitlilik olarak sahneye yansıtıyoruz. Göç ve göçmen algısının değişimini, Almanya’ya pozitif etkisini iç içe geçmiş biyografik hikâyelerle sahneleyeceğiz.

Kendi göç hikâyenizi de sahneye taşıyorsunuz. Çok şeyler birikmiş olmalı.

Entegrasyon meselesi sürekli düşündüğüm bir konuydu. Değiştirilemeyen kader ya da etik ve yasalara uymayı gerektiren düzenlenmiş bir yaşam tarzı mı? Ya da bir Anlaşmazlık mı? Siyasi olarak ülkemde zulüm görmüş biriydim. Almanya, hasbelkader özgürlük yolumda nefes alabildiğim bir yer oldu. İşlerim dolayısıyla Hamburg ile Köln arası tren yolculukları yapıyordum. Bugün ve geçmişimle muhasebe yapabilmem için ayrılmış bir zaman gibi. Siyasi olarak zulme uğramak ne demek? İstemediği halde memleketini terk etmek zorunda kalmak… Bu sorgulamalarım yaşanmışlıklarla bütünleşerek anlatılması için hayatımın isabetli bir örnek olabileceğimi düşündüm. Soğuk suya dalar gibi kendimi sahneye attım. Hem yazdım hem oynadım. Yönetmenliğini bir Alman arkadaşım yaptı. Beklemediğim düzeyde ilgi çekti ve bir yılda 30 defa sahneledik.

Yeni bir oyun sahnelenecek mi?

2021’de Corona önlemleri gevşetilirse çok ilginç bir oyunla izleyicilerin karşına çıkmaya hazırlandık. Ahmet Altan’ın “Dünyayı Bir Daha Görmeyeceğim” kitabını (Ich werde die Welt nie wiedersehen) Almanca dilinde tiyatroya uyarladık. “Hücreden Düşünceler“ (Gedanken aus der Zelle) başlığı altında multimedya, disiplinlerarası bir tiyatro oyunu hazırladık. Fikir özgürlüğünü konu alan, düşüncelerin ne kadar güçlü, bulaşıcı ve daha iyi bir toplum için tek umut kaynağı olduğunu gösteren bir oyun. Kararlı ve cesur bir duruş sergilediği için bedel ödemek zorunda kalan Ahmet Altan’ın eserinden bu yeni oyunu sahneye taşıyacağız. Nisan 2021’den itibaren oyun izleyici ile buluşacak.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram